14 Mayıs 2011 Cumartesi

TÜRKİYE’DEN TÜRKİSTAN’A KITA ÇAPINDA CEPHELER -6 -“Karşı Cephe” ve Farklı Duruşlar-


07-03-2011

-“Karşı Cephe” ve Farklı Duruşlar-

Yazımızın son bölümünü şöyle bitirmiştik:
“<Denge bozulma> seyri ne kadar sıkıntılı geçiyorsa, Batı karşıtlarının farklılık arzetmesinden ve Batı karşıtı direnişin terk siyasî merkezden yönetilmemesinden dolayı onu takip edecek “denge kurma” seyri -hiç arzu edilmemekle beraber- iki kat sıkıntılı geçebilir.”
“Karşı cephe” kurma girişimi ve bunu siyasi bir merkeze bağlama faaliyeti muhakkak ki kolay bir süreç değil...
Biz istesek de istemesek de hadiseler buraya doğru aktığından, bu süreçte meydana çıkabilecek farklılıkları Batı'yı tekrar müdahale ettirmeden çözebilmek gerektiği aşikâr. Batı'nın İslâm coğrafyasına tekrar müdahale etmesini önlemenin en birinci yolu da onu bir daha gelmeye cesaret edemeyecek bir şekilde bu coğrafyadan kovmaktan geçmekte. İkinci yolu ise, “karşı cephe” deki aktörlerin bu “Batı müdahalesi”nin şuurunda olarak hareket etmeleri ve birliğe giden yolda bizzat kendilerinin engel teşkil etmemeleridir.
İslâm dünyasına Türkiye'nin model olması bu açıdan da söz konusu. Batı'dan gelen saldırıya her kesimin hakikatini temsil ederek nasıl karşı konulacağının gösterilmesi, bu farklılıkların giderilmesi için atılmış en önemli adım olacaktır.
Batı'ya karşı “karşı cephe” oluşturabilmenin en önemli unsuru olan ortak dil – ortak düşünce mânâsına gelen ideolojik ve siyasi projeye hiç kimse sahip değil. Gerileme ve çöküş devresine girdiği halde Batı'yı halen ümitvâr kılan durum da budur. Batılı düşünmekte... “Tamam, askerî ve ekonomik olarak zayıfladık ve geriliyoruz ama hâlen bizim düzenimize alternatif herhangi bir düzen mevcut değil.”
Karşısındaki pratik uygulamalar bu düşüncenin hasıl olmasını sağlarken, diğer taraftan en ufak Batı'cı düzene alternatif çıkışlar da onu aynı derecede panikletmekte. İşte, Kırgızistan'ı ve Taza Din'i, onların da içinde bulunduğu Türkistan'ı bu mânâ içinde değerlendirmek gerekir.
Şu an, “ideoloji” kavgasının en yoğun  yaşandığı coğrafya, Kırgızistan vesilesiyle Türkistan. Çünkü, Taza Din'in teklif ettiği sistemin, tabiri caizse adeta buralar için “biçilmiş kaftan” olduğu anlaşıldı. Geçen bölümde “Aksakallar” vesiylesiyle izah etmeye çalıştığımız husus…

KAİDE

Bu gün “Kaide”, Somali’den başlayarak Mısır'a, Filipinler'den Tacikistan'a kadar çok güçlü cepheler oluşturmuş durumda. Bir cephesini rahatlatabilmek için başka bir cephesini harekete geçirebilmekte. Fakat bütün bu gücüne rağmen, cephelerin bulunduğu bölgelerde kendisini halk kitlelerine kabul ettirdiğini söylemek oldukça zor. Bunun da en büyük sebebi, “Selefî” muhtevalı olmasından ileri gelmekte. Dolayısıyla, cephesinin bulunduğu her bölgede oraların mevcut mahalli güçleriyle hareket etme zarureti hisseden bu hareket, bunu başarabildiği müddet içerisinde güçlenirken, başaramadığı zaman ise tesiri sınırlı kalmakta. Diğer taraftan ise, kendisi de Batı karşıtı olmakla beraber bulunduğu bölgelerdeki diğer Batı karşıtı hareketlerle sık sık sorun yaşamakta, hatta Irak'ta olduğu gibi zaman zaman da çatışmaya girmekte.

Bütün bu handikaplarını gözden geçirmiş olarak karagâhını Fergana'ya kurma hazırlığı içerisinde bulunan bu hareket, artık belli bir coğrafyaya yerleşme isteğinde olduğunu da zaman zaman kendi hâl diliyle ifade etmekte.

Diğer Batı karşıtı gruplarla yaşadığı bu sıkıntılar, “Batı karşıtı cephenin merkezi” olma arzusunu pratiğe geçirme girişimlerinde, başetmekte zorlanacağı sorunları da beraberinde getiriyor. Çünkü Batı karşıtı cephenin siyasi merkezi olabilmek, ancak bu cephe içindeki bütün kesimlerin hakikatini temsil etmekle ve bunu da en az onlar kadar gösterebilmekle mümkün olabilir.

Fergana'da açmayı düşündüğü Batı karşıtı cephede, mevcut yerel güçlerin konumunu ve ideolojik durumlarını gözönüne almadan hareket etmeyi yeğlerse, imajına ters bir şekilde etkisiz olabileceğini şimdiden söyleyebiliriz. Fakat olması gereken işbirliğini tercih ettiğinde durum farklı olacaktır.
Bölgenin “Ehl-i Sünnet” olması ve “Nakşî” nefesinin altında buılunması, “Selefî” Kaide'nin kesinlikle göz önüne alması gereken çok önemli bir husustur.

İRAN

İran için de Kaide hakkında söylediğimiz benzer hususlar geçerli.
İran, “karşı cephe” kurma girişimini yürütüyor gözükse de, bizce aslında “yürütüyormuş gibi” yapıyor. Çünkü İran siyaseti hiçbir zaman Batı'yla bağları İslâm Dünyası’nın lehine olarak koparmamış ve şimdiye kadar da koparma arzusu içinde olduğunu göstermemiştir. Aslına bakılırsa dış politikalarından dolayı Ehl-i Sünnet dünyasında pek sevilmeyen İran'ın, Şiî-Arap dünyasında da çok sevildiğini söylemek pek mümkün değil. Güven vermeyen ve her an Batıyla anlaşmaya hazır durumu sevilmeme sebeplerinin başında gelmekte.
Bazen Rusya'yla, bazen de Çin'le ortak hareket ediyormuş gibi gözükse de, aslına bakılırsa İran, bağımsız olarak kendi politikalarını uygulamakta. Bu politikanın adı da “fırsatları değerlendirerek sadece İran'ın lehine olan siyaseti gütmek”tir... Afgan ve Irak direnişlerinde Batı lehine aldığı tutum, İranlı siyasetçiler tarafından böyle açıklanmakta..
Selefî ve Şiî kavgasının şiddetini gözönüne alırsak, Kaide ve İran'ın aynı cephe içerisinde uzun süre bir arada mücadele etmelerinin pek de mümkün olmadığını anlayabiliriz.
İran'ın dünyadaki yaklaşık 200 milyonluk  Şiî nüfusunu etkileme gayretini değerlendirirken de Fars ve Arap milliyetçiliğinin bu nüfus içinde ayrışmaya sebep olabileceğini göz önünde tutuyoruz. Özellikle 100-150 milyonluk Şiî-Arap dünyasının, 25-30 milyonluk, Şiîlik maskesi altındaki Fars milliyetçiliğinin kontrolü altına girmek isteyeceğini düşünmek yanlış olur.
Şiî-Arap nüfusu içindeki Batı karşıtı Arap milliyetçiliğinin itici unsurlarından biri olan Baasçılığı gözardı etmemek gerekir. Irak'taki Baas direnişinin bu nüfus içindeki etkisi bilindiği zaman, Şiî nüfusun siyasî olarak homojen bir yapı teşkil etmediğini, aslında her an kendi içinde çatışmaya hazır bir pozisyonda olduğunu fark edebiliriz.
Resmi olarak Özbekistan ağırlıklı olmak üzere Asya'daki 1,5-2 milyonluk Şiî nüfus, ne kadar da İran politikalarının yürütülmesinde İran'a müzahir olsa da, İran'ın Asya'dan Batı tarafından kuşatılmasına engel teşkil edemeyeceği gibi, İran'ın Batı karşıtı bir cepheyi kurması için de tek başına yeterli değildir.
Kaide için söylediğimiz mahalli-milli hareketlere ihtiyaç duyma hususu aynıyla İran için de geçerlidir.
Fakat hem Kaide hem İran, bulundukları bölgelerde yerel hareketleri dini, siyasi ve ideolojik olarak temsil etmekten ziyade, onlarla kan uyuşmazlığı içerisinde bulunmaktalar. Her iki tarafın da halletmek zorunda olduğu bu sorun, “karşı cephe”nin siyasî merkezinin nasıl bir muhtevada olması gerektiğini de tekrar bize hatırlatmakta.
Tekrar Taza Din'e dönersek...

İKİ DÖNEM

Türkistan'da son bir yılı değerlendirirken iki dönemden bahsetmek mümkün.
Birinci dönem, geçen Ekim ayında Taza Din'e Batı destekli saldırının yapıldığı güne kadar geçen zaman; ikinci dönem ise, bu saldırıya verilen karşılıkla başlayan ve bu güne kadar gelen süreç.
Geçen Ekim ayında, güneyde ve kuzeyde yapılan saldırılar ve ardından Taza Din Lideri Cumay Suyunaliy Bey'den haber alınamaması üzerine Sabur Bey liderliğindeki Taza Din temsilcileri bir basın toplantısı gerçekleştirmişlerdi. Türk geleneklerine uygun olarak gerçekleştirilen bu basın toplantısında, “Boz üy”ün önüne “Gökbayrak” dikilerek, “bunun intikamına dayanamazsınız, istediğiniz savaşı size vereceğiz” meydan okuması aynı gün karşılığını bulmuş, Oş-Bişkek karayolunun, Güney'den gelme ihtimali olan insanların önünü kesmek için tutulması adına bütün askeri birlikler seferber edilmişti.

“Boz üy”, Kırgız çadırının ismi... Orta Asya geleneklerinde, “Bey”in çadırının önüne sancağın dikilmesi, halka, “savaş için toplanma” çağrısı yapma mânâsına gelmekte.
Hadisenin siyasî, kültürel, örfî, tarihî ve dinî mânâlarını anlayanlar, bu basın toplantısından sonra irtibata geçmek için birbirleriyle adeta yarış içine girdiler. “Bu iş ülkemize zarar veriyor!” diyeninden tutun da, “o bayrağın yerine, filanca bayrağı kullansanız daha iyi olur!” diyenine kadar bir dizi dikkatini vermiş, farklı farklı oyuncuya kadar herkes.
Bu güne kadarki etkisinin zayıflamaya doğru gittiğinden panikleyen ve daha önce “bu işi biz yapacağız, sizle veya sizsiz!” denilen baş aktörlerden biri, yaşadığı o panikle dengesiz hareket etmeye başladı.
WikiLeaks belgelerinin dünya gündemine düştüğü o günlerde, doğrudan doğruya Rus istihbaratına çalıştığı bilinen bir internet sitesi, bir belge yayınlayarak, Taza Din hakkında şu ifadelere yer verdi: “Taza Din, Hizb-ut Tahrir'in ideolojisine yakın. Onlar Kırgızistan’ı İslam Dünyası'nın bir parçası olarak görüyor. Taza Din Hareketi özellikle Türk dinci örgüt İBDA-C (Büyük Doğu İslamcı Akıncılar Cephesi İslami Büyükdoğu Akıncılar Cephesi) tarafından finanse edilmektedir. Yıl başından bu yana İBDA-C, Taza Din Hareketine propaganda kampanyaları, bilgilendirici materyallerin dağıtımı ve Bişkek'te merkez  kiralamak için yaklaşık 1.5 milyon dolar aktardı.”
Aynı kaynak, daha sonra bir “yetkiliye” sunduğu raporda, “50 ila 100 bin dolar her ay geliyor, bunu durdurun” diye de talimat veriyordu.
7 Nisan devriminden itibaren kendi iç oluşumuna yönelen Taza Din, Ekim saldırısından sonra birdenbire herkesin dikkatini çekivermiş ve bu saldırıya gösterdiği cesur tepkiyle de merkez hareket konumuna gelmiştir.

RUSYA

Yaklaşık 150-200 yıllık etkilerinin birdenbire zayıflayacağını anlayanların ilk hamlesi bu şekilde oldu. Halbuki, mevcut Rus siyasetinin kısa ve orta vadede, hatta uzun vadede de böyle bir harekete cephe almasının, bizce, ona bir faydası olmayacaktır.
Ağır işleyişi ve hadiseler karşısında geliştirdiği tepkilerde yavaş -soğukkanlı değil- hareket etmesiyle nam salmış Rus dış siyaseti, Orta Asya içindeki ve dışındaki Batı saldırılarına karşı durmak isteyen insanların beklentilerini karşılamaktan çok uzak... Zaman zaman, özellikle İslâm’a karşı Amerika'yla yaptığı anlaşmaları ve Batı karşıtı direnişin İslâm temelli olmasını aynı anda düşünürseniz, Rusya'nın bu beklentilere cevap veremeyeceği daha açık olur. Fakat beklentilere cevap veremeyecek olması, Rusya'nın kendi menfaatleri açısından bölgenin iç dinamiklerine karşı bir tavır geliştirmesini de gerektirmez.
Boris Yeltsin liderliğindeki “Atlantikçi” kanadın Sovyetler Birliği’ni parçalayarak ülkeyi duraklama ve arkasından da gerilemeye sokmasından sonra, neredeyse çöküş sürecine giren Rusya ve Rus dış politikası Putin'le birlikte, “ideoloji” yerine ikame edilmeye çalışılan “toprağa bağlı - jeopolitik” anlayışla kendini toparlamış ve Rusya'nın yırtıklarını az da olsa kapatabilmiştir. Sovyetler'in dağılmasından sonra moralmen ve ahlâken çökmüş bulunan Rus halkını Putin'in jeopolitik anlayışı biraz kendine getirebilmişse de daha henüz Orta Asya'ya saygılı ve iç dinamikleri hesap edebilen, kapsayıcı siyasî bir anlayış üretebilmiş değil; yakın dönemde de buna dair herhangi bir ipucu gözükmüyor.

“Atlantikçilik”e karşı geliştirilen “Avrasyacılık”ın fikir babası Aleksandr Dugin  (bir siyasi parti lideri olan  Dugin aynı zamanda Putin'nin de danışmanı), Orta Asya konusunda tehlikeyi görmüş olarak Rus yönetimini uyarırken, şunları söylemişti:
 “Rusya, Orta Asya'ya bakışını artık bir an önce değiştirmeli. Özellikle İslâm'ı eski anlayışından ve Amerikan zaviyesinden değerlendirmekten vazgeçmeli. İslâm'ı, Orta Asya'nın vazgeçilmez bir iç dinamiği olarak kabul edip, İslâmcı gruplarla ittifak zemini üzerinde görüşmeli.”
Aleksandr Dugin'in, “Rus Jeopolitiği - Avrasyacı Yaklaşım” isimli meşhur kitabında, Türkiye ile ilgili menfi bir takım görüşlerini de daha sonra tadil ettiği bilinmekte. Ayrıca Dugin'in Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun “bölgesel güç” anlayışı çerçevesi içinde, “Stratejik Derinlik - Türkiye'nin Uluslararası Konumu” isimli kitabının da ilham kaynağı olduğunu hatırlatmakta fayda var.
2012 yılı başkanlık seçimlerinde tekrar aday olup devlet başkanı olmayı düşünen ve eski Sovyetler Birliği ülkelerini Avrupa Birliği modeli benzeri bir organizasyonla bir araya getirmeyi planlayan Putin'in Başkanlık ettiği hükümetten, daha henüz Dugin'in uyarılarını ciddiye aldığını gösterir bir adım gelmedi.
Aleksandr Dugin, Rus yönetimine yaptığı bahsi geçen konuşmasında, açıkça, Batı işgaline karşı savaşan ve Batı tarafından “terörist” ve “radikal İslâm” gibi tabirlerle “şeytanlaştırılmaya” çalışılan İslâm’ın Rusya'yla ne gibi bir problemi olduğunu tartışarak, ABD'nin kötü dediğinin Rusya için neden kötü olması gerektiğini Rus yönetimine sormaktaydı.
Rus yönetiminin, İslâm söz konusu olduğunda Orta Asya ve bütün dünyada politika geliştirememesinin ve hemen Amerika'nın dolmuşunda hareket etmesinin tabiî ki en büyük sebebi Çeçenistan... Eski Sovyetler Birliği ülkeleriyle görünen hiçbir sorunu olmayan (Beyaz Rusya hariç) Rus yönetimi, hepsinin bağımsızlığını kabul ettiği halde Çeçenistan’ınkini kabul etmedi. Putin, iktidara gelmeden hemen önce, Rus yönetimi Çeçenlerin de bağımsızlığını kabul etmiş ve askeri birliklerini bölgeden çekmeye başlamıştı. Ama Putin'in, “Rusya'nın imajını kurtarma operasyonu” çerçevesinde savaş yeniden başladı, Rusya için belki de çözümü bir günlük olan bu sorun, bu güne kadar da devam etti; şu anda da Moskova metro ve havaalanlarını içine alarak devam etmektedir.
Avrupa'da İslâm’ın en çok Ruslar arasında yayıldığı bilinmekte. İslâm’ı kabul etme oranı diğer Avrupalı milletlere nazaran Ruslar'da daha yüksek. Bu konuda diğer Avrupalı milletlerden Rusları ayıran bir özellik de, Rus entellektüellerinin İslâm’ı kabul edenler sıralamasında ilk sırayı almalarıdır. Rusya'da yaşayan nüfusun şu an % 40'ı müslüman. Putin'in jimnastik öğretmeni de müslüman bir Tatar. Uzmanların bildirdiğine göre, bu hızla giderse 20 yıla kalmadan Rusya'da yaşayan nüfusun yarısının müslüman olacağı kesin. Bu durum ise Petro'dan bu güne kadar körü körüne yapılan Avrupa mukallitliğinin yavaş yavaş sonuna gelindiğini ve artık İslâm'a dair doğru politikalar üretilmesi gerektiğini Rus yönetimine ihtar eden en önemli hususlardan biridir. Hâlen dış politikasının yer aldığı Kırmızı Kitap'ta Avrupa düşman gösterilirken, İslâm sözkonusu olduğunda ise bu düşmanlık söz konusu bile olmamakta.
 İslâm'a dair doğru politikalar üretene kadar Rusya'nın Batı saldırısına karşı oluşturulması zaruri “karşı cephe”nin liderliğini yapması söz konusu bile olamaz. Hele hele Orta Asya hafızasındaki Rus mezalimi de yerinde durdukça, bu, hiç  mümkün gözükmemektedir..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder