14 Mayıs 2011 Cumartesi

TÜRKİYE’DEN TÜRKİSTAN’A KITA ÇAPINDA CEPHELER -6 -“Karşı Cephe” ve Farklı Duruşlar-


07-03-2011

-“Karşı Cephe” ve Farklı Duruşlar-

Yazımızın son bölümünü şöyle bitirmiştik:
“<Denge bozulma> seyri ne kadar sıkıntılı geçiyorsa, Batı karşıtlarının farklılık arzetmesinden ve Batı karşıtı direnişin terk siyasî merkezden yönetilmemesinden dolayı onu takip edecek “denge kurma” seyri -hiç arzu edilmemekle beraber- iki kat sıkıntılı geçebilir.”
“Karşı cephe” kurma girişimi ve bunu siyasi bir merkeze bağlama faaliyeti muhakkak ki kolay bir süreç değil...
Biz istesek de istemesek de hadiseler buraya doğru aktığından, bu süreçte meydana çıkabilecek farklılıkları Batı'yı tekrar müdahale ettirmeden çözebilmek gerektiği aşikâr. Batı'nın İslâm coğrafyasına tekrar müdahale etmesini önlemenin en birinci yolu da onu bir daha gelmeye cesaret edemeyecek bir şekilde bu coğrafyadan kovmaktan geçmekte. İkinci yolu ise, “karşı cephe” deki aktörlerin bu “Batı müdahalesi”nin şuurunda olarak hareket etmeleri ve birliğe giden yolda bizzat kendilerinin engel teşkil etmemeleridir.
İslâm dünyasına Türkiye'nin model olması bu açıdan da söz konusu. Batı'dan gelen saldırıya her kesimin hakikatini temsil ederek nasıl karşı konulacağının gösterilmesi, bu farklılıkların giderilmesi için atılmış en önemli adım olacaktır.
Batı'ya karşı “karşı cephe” oluşturabilmenin en önemli unsuru olan ortak dil – ortak düşünce mânâsına gelen ideolojik ve siyasi projeye hiç kimse sahip değil. Gerileme ve çöküş devresine girdiği halde Batı'yı halen ümitvâr kılan durum da budur. Batılı düşünmekte... “Tamam, askerî ve ekonomik olarak zayıfladık ve geriliyoruz ama hâlen bizim düzenimize alternatif herhangi bir düzen mevcut değil.”
Karşısındaki pratik uygulamalar bu düşüncenin hasıl olmasını sağlarken, diğer taraftan en ufak Batı'cı düzene alternatif çıkışlar da onu aynı derecede panikletmekte. İşte, Kırgızistan'ı ve Taza Din'i, onların da içinde bulunduğu Türkistan'ı bu mânâ içinde değerlendirmek gerekir.
Şu an, “ideoloji” kavgasının en yoğun  yaşandığı coğrafya, Kırgızistan vesilesiyle Türkistan. Çünkü, Taza Din'in teklif ettiği sistemin, tabiri caizse adeta buralar için “biçilmiş kaftan” olduğu anlaşıldı. Geçen bölümde “Aksakallar” vesiylesiyle izah etmeye çalıştığımız husus…

KAİDE

Bu gün “Kaide”, Somali’den başlayarak Mısır'a, Filipinler'den Tacikistan'a kadar çok güçlü cepheler oluşturmuş durumda. Bir cephesini rahatlatabilmek için başka bir cephesini harekete geçirebilmekte. Fakat bütün bu gücüne rağmen, cephelerin bulunduğu bölgelerde kendisini halk kitlelerine kabul ettirdiğini söylemek oldukça zor. Bunun da en büyük sebebi, “Selefî” muhtevalı olmasından ileri gelmekte. Dolayısıyla, cephesinin bulunduğu her bölgede oraların mevcut mahalli güçleriyle hareket etme zarureti hisseden bu hareket, bunu başarabildiği müddet içerisinde güçlenirken, başaramadığı zaman ise tesiri sınırlı kalmakta. Diğer taraftan ise, kendisi de Batı karşıtı olmakla beraber bulunduğu bölgelerdeki diğer Batı karşıtı hareketlerle sık sık sorun yaşamakta, hatta Irak'ta olduğu gibi zaman zaman da çatışmaya girmekte.

Bütün bu handikaplarını gözden geçirmiş olarak karagâhını Fergana'ya kurma hazırlığı içerisinde bulunan bu hareket, artık belli bir coğrafyaya yerleşme isteğinde olduğunu da zaman zaman kendi hâl diliyle ifade etmekte.

Diğer Batı karşıtı gruplarla yaşadığı bu sıkıntılar, “Batı karşıtı cephenin merkezi” olma arzusunu pratiğe geçirme girişimlerinde, başetmekte zorlanacağı sorunları da beraberinde getiriyor. Çünkü Batı karşıtı cephenin siyasi merkezi olabilmek, ancak bu cephe içindeki bütün kesimlerin hakikatini temsil etmekle ve bunu da en az onlar kadar gösterebilmekle mümkün olabilir.

Fergana'da açmayı düşündüğü Batı karşıtı cephede, mevcut yerel güçlerin konumunu ve ideolojik durumlarını gözönüne almadan hareket etmeyi yeğlerse, imajına ters bir şekilde etkisiz olabileceğini şimdiden söyleyebiliriz. Fakat olması gereken işbirliğini tercih ettiğinde durum farklı olacaktır.
Bölgenin “Ehl-i Sünnet” olması ve “Nakşî” nefesinin altında buılunması, “Selefî” Kaide'nin kesinlikle göz önüne alması gereken çok önemli bir husustur.

İRAN

İran için de Kaide hakkında söylediğimiz benzer hususlar geçerli.
İran, “karşı cephe” kurma girişimini yürütüyor gözükse de, bizce aslında “yürütüyormuş gibi” yapıyor. Çünkü İran siyaseti hiçbir zaman Batı'yla bağları İslâm Dünyası’nın lehine olarak koparmamış ve şimdiye kadar da koparma arzusu içinde olduğunu göstermemiştir. Aslına bakılırsa dış politikalarından dolayı Ehl-i Sünnet dünyasında pek sevilmeyen İran'ın, Şiî-Arap dünyasında da çok sevildiğini söylemek pek mümkün değil. Güven vermeyen ve her an Batıyla anlaşmaya hazır durumu sevilmeme sebeplerinin başında gelmekte.
Bazen Rusya'yla, bazen de Çin'le ortak hareket ediyormuş gibi gözükse de, aslına bakılırsa İran, bağımsız olarak kendi politikalarını uygulamakta. Bu politikanın adı da “fırsatları değerlendirerek sadece İran'ın lehine olan siyaseti gütmek”tir... Afgan ve Irak direnişlerinde Batı lehine aldığı tutum, İranlı siyasetçiler tarafından böyle açıklanmakta..
Selefî ve Şiî kavgasının şiddetini gözönüne alırsak, Kaide ve İran'ın aynı cephe içerisinde uzun süre bir arada mücadele etmelerinin pek de mümkün olmadığını anlayabiliriz.
İran'ın dünyadaki yaklaşık 200 milyonluk  Şiî nüfusunu etkileme gayretini değerlendirirken de Fars ve Arap milliyetçiliğinin bu nüfus içinde ayrışmaya sebep olabileceğini göz önünde tutuyoruz. Özellikle 100-150 milyonluk Şiî-Arap dünyasının, 25-30 milyonluk, Şiîlik maskesi altındaki Fars milliyetçiliğinin kontrolü altına girmek isteyeceğini düşünmek yanlış olur.
Şiî-Arap nüfusu içindeki Batı karşıtı Arap milliyetçiliğinin itici unsurlarından biri olan Baasçılığı gözardı etmemek gerekir. Irak'taki Baas direnişinin bu nüfus içindeki etkisi bilindiği zaman, Şiî nüfusun siyasî olarak homojen bir yapı teşkil etmediğini, aslında her an kendi içinde çatışmaya hazır bir pozisyonda olduğunu fark edebiliriz.
Resmi olarak Özbekistan ağırlıklı olmak üzere Asya'daki 1,5-2 milyonluk Şiî nüfus, ne kadar da İran politikalarının yürütülmesinde İran'a müzahir olsa da, İran'ın Asya'dan Batı tarafından kuşatılmasına engel teşkil edemeyeceği gibi, İran'ın Batı karşıtı bir cepheyi kurması için de tek başına yeterli değildir.
Kaide için söylediğimiz mahalli-milli hareketlere ihtiyaç duyma hususu aynıyla İran için de geçerlidir.
Fakat hem Kaide hem İran, bulundukları bölgelerde yerel hareketleri dini, siyasi ve ideolojik olarak temsil etmekten ziyade, onlarla kan uyuşmazlığı içerisinde bulunmaktalar. Her iki tarafın da halletmek zorunda olduğu bu sorun, “karşı cephe”nin siyasî merkezinin nasıl bir muhtevada olması gerektiğini de tekrar bize hatırlatmakta.
Tekrar Taza Din'e dönersek...

İKİ DÖNEM

Türkistan'da son bir yılı değerlendirirken iki dönemden bahsetmek mümkün.
Birinci dönem, geçen Ekim ayında Taza Din'e Batı destekli saldırının yapıldığı güne kadar geçen zaman; ikinci dönem ise, bu saldırıya verilen karşılıkla başlayan ve bu güne kadar gelen süreç.
Geçen Ekim ayında, güneyde ve kuzeyde yapılan saldırılar ve ardından Taza Din Lideri Cumay Suyunaliy Bey'den haber alınamaması üzerine Sabur Bey liderliğindeki Taza Din temsilcileri bir basın toplantısı gerçekleştirmişlerdi. Türk geleneklerine uygun olarak gerçekleştirilen bu basın toplantısında, “Boz üy”ün önüne “Gökbayrak” dikilerek, “bunun intikamına dayanamazsınız, istediğiniz savaşı size vereceğiz” meydan okuması aynı gün karşılığını bulmuş, Oş-Bişkek karayolunun, Güney'den gelme ihtimali olan insanların önünü kesmek için tutulması adına bütün askeri birlikler seferber edilmişti.

“Boz üy”, Kırgız çadırının ismi... Orta Asya geleneklerinde, “Bey”in çadırının önüne sancağın dikilmesi, halka, “savaş için toplanma” çağrısı yapma mânâsına gelmekte.
Hadisenin siyasî, kültürel, örfî, tarihî ve dinî mânâlarını anlayanlar, bu basın toplantısından sonra irtibata geçmek için birbirleriyle adeta yarış içine girdiler. “Bu iş ülkemize zarar veriyor!” diyeninden tutun da, “o bayrağın yerine, filanca bayrağı kullansanız daha iyi olur!” diyenine kadar bir dizi dikkatini vermiş, farklı farklı oyuncuya kadar herkes.
Bu güne kadarki etkisinin zayıflamaya doğru gittiğinden panikleyen ve daha önce “bu işi biz yapacağız, sizle veya sizsiz!” denilen baş aktörlerden biri, yaşadığı o panikle dengesiz hareket etmeye başladı.
WikiLeaks belgelerinin dünya gündemine düştüğü o günlerde, doğrudan doğruya Rus istihbaratına çalıştığı bilinen bir internet sitesi, bir belge yayınlayarak, Taza Din hakkında şu ifadelere yer verdi: “Taza Din, Hizb-ut Tahrir'in ideolojisine yakın. Onlar Kırgızistan’ı İslam Dünyası'nın bir parçası olarak görüyor. Taza Din Hareketi özellikle Türk dinci örgüt İBDA-C (Büyük Doğu İslamcı Akıncılar Cephesi İslami Büyükdoğu Akıncılar Cephesi) tarafından finanse edilmektedir. Yıl başından bu yana İBDA-C, Taza Din Hareketine propaganda kampanyaları, bilgilendirici materyallerin dağıtımı ve Bişkek'te merkez  kiralamak için yaklaşık 1.5 milyon dolar aktardı.”
Aynı kaynak, daha sonra bir “yetkiliye” sunduğu raporda, “50 ila 100 bin dolar her ay geliyor, bunu durdurun” diye de talimat veriyordu.
7 Nisan devriminden itibaren kendi iç oluşumuna yönelen Taza Din, Ekim saldırısından sonra birdenbire herkesin dikkatini çekivermiş ve bu saldırıya gösterdiği cesur tepkiyle de merkez hareket konumuna gelmiştir.

RUSYA

Yaklaşık 150-200 yıllık etkilerinin birdenbire zayıflayacağını anlayanların ilk hamlesi bu şekilde oldu. Halbuki, mevcut Rus siyasetinin kısa ve orta vadede, hatta uzun vadede de böyle bir harekete cephe almasının, bizce, ona bir faydası olmayacaktır.
Ağır işleyişi ve hadiseler karşısında geliştirdiği tepkilerde yavaş -soğukkanlı değil- hareket etmesiyle nam salmış Rus dış siyaseti, Orta Asya içindeki ve dışındaki Batı saldırılarına karşı durmak isteyen insanların beklentilerini karşılamaktan çok uzak... Zaman zaman, özellikle İslâm’a karşı Amerika'yla yaptığı anlaşmaları ve Batı karşıtı direnişin İslâm temelli olmasını aynı anda düşünürseniz, Rusya'nın bu beklentilere cevap veremeyeceği daha açık olur. Fakat beklentilere cevap veremeyecek olması, Rusya'nın kendi menfaatleri açısından bölgenin iç dinamiklerine karşı bir tavır geliştirmesini de gerektirmez.
Boris Yeltsin liderliğindeki “Atlantikçi” kanadın Sovyetler Birliği’ni parçalayarak ülkeyi duraklama ve arkasından da gerilemeye sokmasından sonra, neredeyse çöküş sürecine giren Rusya ve Rus dış politikası Putin'le birlikte, “ideoloji” yerine ikame edilmeye çalışılan “toprağa bağlı - jeopolitik” anlayışla kendini toparlamış ve Rusya'nın yırtıklarını az da olsa kapatabilmiştir. Sovyetler'in dağılmasından sonra moralmen ve ahlâken çökmüş bulunan Rus halkını Putin'in jeopolitik anlayışı biraz kendine getirebilmişse de daha henüz Orta Asya'ya saygılı ve iç dinamikleri hesap edebilen, kapsayıcı siyasî bir anlayış üretebilmiş değil; yakın dönemde de buna dair herhangi bir ipucu gözükmüyor.

“Atlantikçilik”e karşı geliştirilen “Avrasyacılık”ın fikir babası Aleksandr Dugin  (bir siyasi parti lideri olan  Dugin aynı zamanda Putin'nin de danışmanı), Orta Asya konusunda tehlikeyi görmüş olarak Rus yönetimini uyarırken, şunları söylemişti:
 “Rusya, Orta Asya'ya bakışını artık bir an önce değiştirmeli. Özellikle İslâm'ı eski anlayışından ve Amerikan zaviyesinden değerlendirmekten vazgeçmeli. İslâm'ı, Orta Asya'nın vazgeçilmez bir iç dinamiği olarak kabul edip, İslâmcı gruplarla ittifak zemini üzerinde görüşmeli.”
Aleksandr Dugin'in, “Rus Jeopolitiği - Avrasyacı Yaklaşım” isimli meşhur kitabında, Türkiye ile ilgili menfi bir takım görüşlerini de daha sonra tadil ettiği bilinmekte. Ayrıca Dugin'in Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun “bölgesel güç” anlayışı çerçevesi içinde, “Stratejik Derinlik - Türkiye'nin Uluslararası Konumu” isimli kitabının da ilham kaynağı olduğunu hatırlatmakta fayda var.
2012 yılı başkanlık seçimlerinde tekrar aday olup devlet başkanı olmayı düşünen ve eski Sovyetler Birliği ülkelerini Avrupa Birliği modeli benzeri bir organizasyonla bir araya getirmeyi planlayan Putin'in Başkanlık ettiği hükümetten, daha henüz Dugin'in uyarılarını ciddiye aldığını gösterir bir adım gelmedi.
Aleksandr Dugin, Rus yönetimine yaptığı bahsi geçen konuşmasında, açıkça, Batı işgaline karşı savaşan ve Batı tarafından “terörist” ve “radikal İslâm” gibi tabirlerle “şeytanlaştırılmaya” çalışılan İslâm’ın Rusya'yla ne gibi bir problemi olduğunu tartışarak, ABD'nin kötü dediğinin Rusya için neden kötü olması gerektiğini Rus yönetimine sormaktaydı.
Rus yönetiminin, İslâm söz konusu olduğunda Orta Asya ve bütün dünyada politika geliştirememesinin ve hemen Amerika'nın dolmuşunda hareket etmesinin tabiî ki en büyük sebebi Çeçenistan... Eski Sovyetler Birliği ülkeleriyle görünen hiçbir sorunu olmayan (Beyaz Rusya hariç) Rus yönetimi, hepsinin bağımsızlığını kabul ettiği halde Çeçenistan’ınkini kabul etmedi. Putin, iktidara gelmeden hemen önce, Rus yönetimi Çeçenlerin de bağımsızlığını kabul etmiş ve askeri birliklerini bölgeden çekmeye başlamıştı. Ama Putin'in, “Rusya'nın imajını kurtarma operasyonu” çerçevesinde savaş yeniden başladı, Rusya için belki de çözümü bir günlük olan bu sorun, bu güne kadar da devam etti; şu anda da Moskova metro ve havaalanlarını içine alarak devam etmektedir.
Avrupa'da İslâm’ın en çok Ruslar arasında yayıldığı bilinmekte. İslâm’ı kabul etme oranı diğer Avrupalı milletlere nazaran Ruslar'da daha yüksek. Bu konuda diğer Avrupalı milletlerden Rusları ayıran bir özellik de, Rus entellektüellerinin İslâm’ı kabul edenler sıralamasında ilk sırayı almalarıdır. Rusya'da yaşayan nüfusun şu an % 40'ı müslüman. Putin'in jimnastik öğretmeni de müslüman bir Tatar. Uzmanların bildirdiğine göre, bu hızla giderse 20 yıla kalmadan Rusya'da yaşayan nüfusun yarısının müslüman olacağı kesin. Bu durum ise Petro'dan bu güne kadar körü körüne yapılan Avrupa mukallitliğinin yavaş yavaş sonuna gelindiğini ve artık İslâm'a dair doğru politikalar üretilmesi gerektiğini Rus yönetimine ihtar eden en önemli hususlardan biridir. Hâlen dış politikasının yer aldığı Kırmızı Kitap'ta Avrupa düşman gösterilirken, İslâm sözkonusu olduğunda ise bu düşmanlık söz konusu bile olmamakta.
 İslâm'a dair doğru politikalar üretene kadar Rusya'nın Batı saldırısına karşı oluşturulması zaruri “karşı cephe”nin liderliğini yapması söz konusu bile olamaz. Hele hele Orta Asya hafızasındaki Rus mezalimi de yerinde durdukça, bu, hiç  mümkün gözükmemektedir..

TÜRKİYE’DEN TÜRKİSTAN’A KITA ÇAPINDA CEPHELER -5 -ASİ ASYA AYAKTA-


01-03-2011

 -ASİ ASYA AYAKTA-

“Türkiye'den başlayarak Afganistan'a kadar uzanan yolu kontrol altında tutan Amerikan güdümünde yasadışı bir organizasyon mevcut.”

“Batı'ya karşı Anadolu merkezli verilen Birinci Dünya Savaşı ve sonraki mücadelenin sınırı, Arap Yarımadası'ndan Afrika'ya, Kafkaslar'dan Orta Asya'ya, oradan da Afganistan ve Hindistan'a kadar uzanmaktaydı. Yani o zamanki Osmanlı sınırları içinde her tarafta Batı saldırısına karşı Anadolu merkezli bir direniş sözkonusuydu. Haritayı önümüze aldığımızda göreceğiz ki bu direniş bugün de bu sınırlar içinde devam etmekte. Adına ister Birinci Dünya Savaşı, ister Topyekun Kurtuluş Savaşı, ne derseniz deyin savaş devam etmekte.”

Yazımızın geçen dört bölümünde yukarıdaki ifadeler ve benzerleriyle aynı hat üzerinde iki cephenin olduğu görüşünü anlatmaya çalıştık. Uyuşturucu başta olmak üzere her türlü yasa ve ahlâk dışı işi yapan, işgâllerle oluşturulmuş Batı güdümlü bu “cephe”ye karşı, “karşı cephe” oluşturma gayretlerinden bahisle, bu “karşı cephe”nin unsurlarını işaretlemeye çalıştık. Ayrıca, dört bölümde de altını çizdiğimz gbi, bu “karşı cephe” oluşturma gayretlerinin en önemli merkezinin `Fergana Vadisi` olduğunu ve önümüzdeki günlerde patlama ihtimali çok yüksek ölüm-kalım savaşının, yine en önemli muharebesinin ilkbaharla birlikte buralarda verileceğini defalarca ifade ettik.

“Fergana”daki siyasî ve askerî gelişmeler bilinmeden Asya Kıtası'ndaki hadiselerin anlaşılmasının pek mümkün olmadığını anlatmak gayreti içinde olduğumuz bu çalışmamız daha bitmeden, ne yalan söyleyelim, hadiselerin hızı bizi de şaşırttı.

Türkiye'de ve Dünya'da neler olup bittiğini hadiselerin arkasındaki saiklerle beraber anlamadan, üstüne üstlük, “yerinde doğruyu genelleştirerek”, eski alışkanlıklar ve algılamalarla yapılacak her türlü değerlendirmenin bizce yanlış neticeler vereceği yüksek bir ihtimal.

Sovyetler'in dağılmasından sonra 1990 yılından itibaren dünyada bütün paradigmalar değişmeye başladı. Eski paradigmalarla, Batıcı düzenin yürütülemeyeceğini anlayanlar, yeni paradigmalar kurgulamakta gecikmediler. Fakat, bir paradigma, hemencecik dünden bu güne kurgulanamaz. Bunun etkisini ve tepkisini oluşturabilmek için -özellikle zihinlerde- 20-30, hatta 50 yıla dahi ihtiyaç duyulabilir.

Türkiye'de Özal'la başlayan yeni paradigma süreci -12 Eylül'le de başladığını söylemek mümkün- bugün “Eşbaşkan” Tayyip Erdoğan ve AKP ile devam etmekte. Mevcut yapının ismi ne şu ne bu, sadece “Batıcı düzen”... Batıcı düzenin yürümesi ve düzen lehine tıkanıklığın aşılması için kurgulanan yeni paradigma, geçerliliği test edildikten ve Batıcı düzen lehine kitleler devşirildikten sonra, İslâm coğrafyasına “model” olarak sunulmasına karar verildi.

Eski paradigma mensuplarıyla ortaklaşa yapılan “28 Şubat operasyonu”yla eskiye duyulan tepkinin şiddeti arttırılırken, diğer taraftan yeni paradigma ve mensuplarının yeri sağlamlaştırıldı.

Eğer paradigmaya duyulan tepkiyi örgütleyip ve bu tepkiyi düzenin kendisine yönelterek iktidarı ele geçirirseniz, bunun adı devrim olur. Bu da şu demektir, paradigmalar, değişim-devrim dönemlerinde düzenin gerçek sahipleri tarafından kendi lehlerine olarak kurgulanır.

28 Şubat operasyonuna duyulan tepkiyi, devrimci hareket, nihayetinde örgütlemeyi başarmış ve hedefe bir adım mesafede 99 yılına girmişti. Fakat 3 aylık hapisle parlatılan yeni paradigmanın figüranı, düzenin gerçek sahiplerinin maddi ve manevi bütün desteğini arkasına alarak, tabiri caizse bu tepkiyi çaldı. Ve böylece, Hıristiyan-Yahudi Batıcı düzeni değiştirmeye ramak kala İslâm Devrimi'nin önünü kesmeyi başardılar.

Yeni paradigmanın bir düzen değişimi olmadığını, sadece zihinlerdeki algıyla oynanarak düzen değişimi gerçekleştirildiği hissini yaşattığını ve böylece bir taraftan mevcut düzen bütün kurum ve kuruluşlarıyla devam ederken, diğer taraftan da devrimci hareket ve fikirlerin benzeri ve sahtesi kullanılarak, bunun devrimin önünün kesilmesi demek olduğunu anlamak gerekir.

Tekrar etmek gerekirse, “paradigma”, kesinlikle “düzen” mânâsına gelmez. Paradigma değişimi, mevcut düzenin tıkandığı dönemlerde, onun yürütülmesi ve kuvvetlendirilmesi için yapılan zihni operasyonlardır.

Bu mânâda, dünyaya hâkim Batı hayat tarzı ve Hıristiyan-Yahudi Batı düzeni açısından değerlendirdiğimizde, Suudî Arabistan'daki sözde “şeriat” düzeniyle Türkiye'deki “laik” düzen arasında herhangi bir fark yoktur.

Sovyetler dağıldıktan sonra, Türkiye'de oluşturulmaya başlanan yeni paradigmanın Batı açısından özelliği şuydu: Geçmiş dönemlerde olduğu gibi, mesele Anadolu ile kayıtlı olmamalıydı -mesela 1950 seçimleriyle Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi-, Türkiye artık, Sovyet blokuna karşı oluşturulmuş “cephe” özelliğinden çıkartılıp, bütün İslâm coğrafyasına model teşkil edecek bir hüviyete büründürülmeliydi. Batıcı hayat tarzını her bir ülkeyle tek tek uğraşarak otutturmak, Batı açısından çok masraflı ve zorken, “tarihi misyonu” göz önüne alındığında sadece Türkiye'de yapılabilecek bir operasyon daha az masraflı ve daha kolay olacaktı. Irak ve Afganistan işgâlleriyle başlayan genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi'yle de zaten bunu dünyaya deklare ettiler.

Bu güne geldiğimizde, Asya Kıtası'nda yaşanan son gelişmeler bize gösteriyor ki, şu an için Batı'nın kendi düzenini yürütebilmek için, elinde, “Ilımlı İslâm” paradigmasından farklı veya daha elverişli bir paradigma mevcut değil. Ya bu paradigmayla işleri yürütmeye devam edecek, yahut yavaş yavaş geldiği yere, yani evine geri dönecek.

Eğer, Özal'la birlikte başlayıp Eşbaşkan Tayyip Erdoğan ile neticelenen Ilımlı İslâm paradigmasının mânâsını bu güne kadar anlamamış ve onu çözememişsek, bize geçmiş olsun. “Algımız”ın -gerçeğin değil- ve “algılar”ın esiri olarak yaptığımız, hiçbir aksiyon doğurmayan çer-çöp değerlendirmeler de bizim olsun.

Bütün ideolojiler ve davalar, bağlılık iddia edenler tarafından yükseltilir veya batırılır. “Vitrin”de, mevcut düzenin yürütülmesinin aleti olan paradigma ile yapılan her türlü işbirliği görüntüsü, heyecanı ve iktidar arzusunu öldüreceği, buna bağlı olarak da “donma”, “çözülme” ve “çürüme”yi beraberinde getireceğinden, paradigmanın tam çöküş anında altında kalınması mukadder olur. “Kaim” ve “Daim”den olmak, paradigmaların üstüne çıkmayı gerektirir.

Başka bir çalışma mevzuu olarak düşündüğümüz bu hususa dair -kendimizce gerekli gördüğümüz- ufak hatırlatmalar yapmamızın sebebi, hem ülke içi hem de dünya genelinde yaşanan hadiseleri değerlendirirken, “terkibe aykırı tahlil” yapılma riskinin büyüklüğündendir. Pratiği değerlendirirken, “muradı kestirme” kaygısından uzak, vitrinde, bahsettiğimiz bu işbirliği görüntüsüyle meydana gelebilecek böyle bir tehlikenin zararı, tahlili yapandan ziyade, “terkip”e ve “terkibî ölçüler”den oluşan ideolojiyedir. Kitleler nazarında -ne derseniz deyin- bu böyle...

“İhtiyaç”a binaen, kafaları karıştırarak bir hakikati farklı bir şekilde söylemeye çalışmak başka, birikimsiz, siyasî ve askerî bilgi ve tecrübeden yoksun, bazen de tarihten ve tarih bilgisinden nasibini almamış şekilde “karışık”, veya “boş” kafayla “tahlil” yapmak daha başka.

Dikkat çekmeye çalıştığımız bu hususun, kendimizi de içine katarak, kimsenin şahsını hedef almaksızın yapmaya çalıştığımız bir “eleştiri-tenkit” olduğu anlaşılıyor herhalde.

“Tevil”, “tabir”, “diyalektik”... Konuşurken kelime zenginliği olsun diye kullanacağımız tabirler olmayıp, düşünürken “nasıl” düşünmemiz gerektiğini öğretecek ve sağlayacak ve bize, “doğru tahlil”ler yaptıracak metodu kullanırken sahip olmamız gereken silahlar-aletlerdir. Diğer taraftan ise, tahlilini yapmayı arzu ettiğimiz konuya ait “bilgi birikimi”, ve “siyasî ve askerî tecrübe” de yukarıda zikrettiğimiz “düşünme” silâhlarıyla birlikte, “doğru düşünce”nin olmazsa olmaz şartı olarak karşımıza çıkmakta. Anlamayı ve düşünmeyi sağlayan “malzeme” şartının gerekliliği idrak ediliyorsa, düşünce faaliyeti de yavaş yavaş doğuyor demektir.

Mesela, “Kaide”yi 11 Eylül'le değerlendirmek başka, Irak direnişi içinden değerlendirmek daha başka.

Mısır'daki muhalefeti ve iktidarı değerlendirmek başka, Libya veya Bahreyn'deki iktidarı veya muhalefeti değerlendirmek daha başka.

Bahreyn'de İran parmağını ve Şiîliği, bununla beraber de Irak işgâlindeki rolünü;

 Mısır'da, “İhvan”ı, “Kaide”yi ve Amerikan etksini;

Libya'da, yıllardır Batı'ya karşı direnişe verdiği destekle nam salmış “gözü kara” Kaddafi'yi bilmezsek hakikati inciten değerlendirmeler yapmamız kaçınılmaz olur.

Bu çalışmamızın merkezinde Kırgızistan ve Türkistan, ve onların da merkezi olan FERGANA vardı. Halen de o merkez üzerindeyiz. Yukarıda söylediklerimiz de ona nisbetle düşünülmeli.

Bazı tesbitler yapmakta fayda var;

Özellikle Batı düzeninin hakim olduğu Asya Kıtası'nda yaşanan çatışmalar, son tahlilde yeni bir ideoloji, yeni bir düzen ve yeni bir nizam ihtiyacından kaynaklanmaktadır.

Avustralya'ya kadar Asya Kıtası'ndaki bütün ülkeler, peşi sıra karışmakta ve depreşmekte.

“Denge bozulma” seyri diyebileceğimiz bu ateş, biri sönmeden diğeri yanarak, anlaşılan o ki sönmeden yanmaya devam edecek.

Yaşanılan hadiselerin bir tarafında -o da yönlendirme gayesiyle- Batı bulunsa da, kesinlikle baş aktör değil. Hadiselerin gelişimini ve etkisini Amerika ve Avrupa'nın yaşadığı kriz ile birlikte değerlendirdiğimizde Batı'nın çok da faydasına olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ayrıca, iyi niyetli olduğuna inandığımız, gelişmelerle alakalı, “Amerika ile, İngiltere'nin başını çektiği Avrupa arasında güç merkezinin belirlenmesi için paylaşım mücadelesi” gibi değerlendirmelere katılmadığımızı da söylememiz gerek. Çünkü yaşadığımız zaman diliminde hadiseler Batı'nın kontrolünden çıkmışken, kontrolü tekrar ona atfetmek, bizce, zihinlerde Batı'nın mağlup olmasını engelleyici ve geciktirici önemli bir unsur niteliğindedir.

Her bir hadisenin bazen aynı bazen de farklı yerlerde karşıtını tetiklemesi, olayların farklı karakterde olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Hadiselerin bu farklı karakterinden dolayı, biz, ne “her ayaklanma iyidir”, ne de “her ayaklanmaya direnen iktidar kötüdür” düşüncesindeyiz. Yine hadiselerin bu farklı karakterlerinden dolayı da tek bir aktörden değil de farklı farklı aktörlerden bahsetmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.

Taşların yerinden oynamasından ve bütün İslâm coğrafyasının “denge bozulma” seyri içine girmesinden daha büyük bir fayda düşünemiyoruz.
Hadiselerin farklılık arzetmesi iyi tahlil edildiğinde, “karşı cephe” kurma girişimi ve bu girişimin aktörleri de daha net görülebilir.

“MERKEZ HAREKET” ve “ANADOLU MERKEZ”
Anadolu merkezli hadiseleri değerlendirdiğimizde, Türkiye için de rahatlıkla şunları söyleyebiliriz;

Muhitten merkeze doğru yaşanan her bir hadise Türkiye'nin altındaki zemini biraz daha zayıflatırken, ülkedeki Batı gücünün de etkisinin azalmasına sebep olmakta. Eğer hadiseler bu hız ve etkiyle devam ederse -ki edeceğe benziyor- Türkiye'nin 1999 yılından daha beter sosyal ve siyasî bir krize girmesi kesin. O zaman da Türkiye'yi bekleyen akıbet 1989 yılında dağılan ve çöken Sovyetler'den farklı olmayacak. Çöken binanın altında kalmamak hedefiyle, bina çöktükten sonra çok hızlı bir şekilde etrafı toplamak için kim tertip ve düzenlemeye dair hazırlıklarını yapıyor, yaptı, bitirme aşamasına geldiyse, muhtemelen yeni iktidarı da o teşkil edecek. Söylemek zorundayız ki bu ve benzeri durumlarda eğer kadro zafiyetiniz varsa, söyleminiz ne olursa olsun, tarih sizden sadece, “yıkıntının altında kaldı” diye söz edecek.

Bir hatırlatma daha yapma ihtiyacı içindeyiz...

Umumi olarak, “merkez Türkiye”, “merkez Anadolu” sözünün kişiyi atalete kadar sürükleyen bir nefs rahatlığı ve emniyeti içinde söylendiğine, farklı bölgelerdeki hareketlere, “ne olursa olsun, ne yapılırsa yapılsın faydası yok!” umursamazlığı içinde yaklaşıldığına ve bunun tabiî sonucu olarak da gerekli önemi vermeme durumunun doğduğuna, en azından az da olsa böyle bir mantığın olduğuna zaman zaman şahit olmaktayız.

Türkiye'nin “tarihi misyonu” gereği İslâm dünyasının kumanda merkezi olması / olması gerektiği ile, bu merkezi teşkil edecek veya teşkil edilmesine sebep olacak hareketlerin “merkez” hüviyetlerini birbirine karıştırmamak gerekir. Merkezini arayan “merkezlerin” olduğunun şuurunda olmak, bilakis merkezde bulunanın mesuliyetini iki katına çıkarır. “Merkezini arayan merkezler”, bu faaliyetleriyle yapmaları gerekeni yaparken, merkezde olduğunu iddia edip de merkez hüviyetini bu hareket merkezlerinin göreceği ve anlayacağı şekilde parlatmayanlar, görevlerini yapmamış olurlar.

Ayrıca, “iş”, “hareket”, “aksiyon” neredeyse, “davanın merkezi” de orasıdır. Dolayısıyla, merkeze uzaklık veya yakınlık ölçüsü, iş ve aksiyondur. Hele hele, yapılması zaruri ideolojik, siyasi ve askeri devrimci görevleri yapmadan, en temel örgütsel meseleleri konuşmadan, tartışmadan, anlamadan böyle bir iddia, “ben buradayım”, “ben bekliyorum” veya “ne yapacağımı bilmiyorum”, “sen de dur,” “sen de bekle”, “sen de bilme” mânâsına gelebilir.

Carlos, Başkanlık Muhafızları'yla çırılçıplak dövüşürken, “merkez”, yattığı hapishanedir. Çocuklar, “Büyüyünce ben de Carlos olacağım!” yazılı pankartları taşırken, “merkez”, İstanbul'un Taksim Meydanı'dır.

Taza Din Cephesi, “Başyücelik”i temsilen “Gökbayrak”la düşmana meydan okurken, merkez, Kırgızistan'dır, Fergana'dır.

“İş” ve “aksiyon” üzerinde bulunan cephe neredeyse, merkez orada olduğuna göre, atalet içinde, her gün, “merkez Türkiye” diye gevezelik yapsanız, eviniz de Bolu'ya 5 metre mesafede olsa yine de merkezden fersah fersah uzaktasınız demektir.

Mevzu dışı gibi gözüken bu hatırlatmalar, aslında, “topyekûn” direnişin merkezlerinden biri olan “Fergana”ya dikkat çekmek için. Zannedilmesin ki konu dışına çıkıyoruz. Hep mevzunun üzerinde ve içindeyiz.
“EŞBAŞKAN” ve BOP
Yapacağımız son tespit ise son gelişmeler üzerine, Ilımlı İslâm'ın figüranı Eşbaşkan'ın hadiselerle alakalı söyledikleriyle ilgili... Bir TV kanalında Eşbaşkan, “BOP ölü doğdu!” dedi. Eşbaşkan'a birinin şunu söylemesi lazım:

“BOP ÖLÜ DOĞMADI, BOP ölüyor!”

Irak işgâlinden başlayarak, Amerika'nın başını çektiği Batı gücünün, İslâm coğrafyasına yaptığı saldırılarda sanki kendi dahli yokmuş gibi davranan Eşbaşkan, bu sözüyle -şimdiden kokuyu almış olacak ki-, suçunu gizleme ve unutturma gayreti içinde bulunmaktadır.

BOP'un başlangıcı Irak işgâliydi. 20 Mart'ta Amerikan Ordusu'nun Türkiye üzerinden Irak'ı işgâl etmesini sağlayacak tezkereyi Meclis'e getirdiğinde, “tezkereye hayır demek bana hayır demektir!” diyerek milletvekillerini tehdit eden;

Daha sonra tezkereye “hayır” diyen, yani Amerikan Ordusu'nun Türk toprağı üzerinden Irak'ı işgâl etmesini reddeden milletvekillerini partiden tasfiye eden;

İşgâl başladıktan sonra, Amerikalı kadın ve erkek askerlerin sağ salim evlerine dönmesi için, “okyanus ötesindeki kişi”yle birlikte dua eden ve her türlü lojistik desteği sağlayan sizdiniz Sayın Eşbaşkan.

Irak'ın Kuzeyi'ndeki Barzanî ve Talabanî'nin ofislerine şehid Saddam Hüseyin'in fotoğraflarıyla 300-350 kişilik silâhlı grupların yaptığı saldırılar, belki de birden, Eşbaşkan'a, tuttuğu yolun meğerse yanlış olduğunu anlatacak ve içinde pişmanlık duygularıyla geri dönme isteği uyandıracak...

Ama...

Hz. Musa'yı arkasından kovalarken Kızıldeniz'de pişman olup secde ettiği dahi rivayet edilen Firavun'un kaderi, nasıl ki secdesi kabul edilmeyip ihanetine göre olduysa, muhtemelen Eşbaşkan'ın kaderi de benzer bir şekilde olacak. Çünkü, “böyle bir hainliği kimse yapamazdı”... Dönüş yollarını kendi eliyle “bilerek ve isteyerek” öyle bir kapattı ki (doğruyu Allah bilir), ama “mürted” hükmünden sonra dönüş neredeyse mümkün değil.

Eşbaşkan, bir taraftan, “BOP'un ölü doğduğunu” söylüyor ama, Batı adına cepheleşmenin çok yoğun yaşandığı bir dönemde yeni kurulan parlamenter sistemi tahkim etmek için de Kırgızistan'ı bir günlüğüne ziyaret ediyor.

Türkiye Başbakanı'nın ziyaretini daha önceki bölümlerde ifade ettiğimiz üzere, Kırgızistan'daki “ideoloji” tartışmalarından ayrı düşünmememiz gerekir. Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında yapılan bu ziyaret, Ilımlı İslâm paradigmasıyla Kırgızistan başta olmak üzere Türkistan'ı etkisi altına alabilecek gerçek İslâm'ın önünü kesme gayesini matuftur.

 Burada bir parantez açarak BOP'la ilgili bir iki hususun altını çizmek istiyoruz.
İKİ YARIŞ ATI ve BOP
Daha önceki bir yazımızda, BOP Projesi'nin, özünde İslâmî bir proje olduğunu söylemiştik. Bu proje, Peygamber'in, “Ömrüm kâfi gelirse Hıristiyanları ve Yahudileri Arap Yarımadası'ndan kovacağım!” buyruğuyla bugünkü Asya Kıtası'nın İslâmlaşma süreci başlamıştır. Projenin iki tarafı var ama her iki tarafın hedefleri de aynı. Projenin bir tarafında içimizdeki münafıklarla birlikte Hıristiyan-Yahudi Batı varken, diğer tarafında da İslâm coğrafyası var. Bir taraf Asya'yı Hıristiyan ve Yahudileştirip Müslümanları kovmak isterken, diğer tarafın hedefi de kıtayı İslâmlaştırıp, Hıristiyan ve Yahudileri kovmak.

Fakat tarihin hiçbir döneminde taraflar arasındaki mesafe ve benzerlik birbirine bu kadar yakın olmamıştı. Belki de bu yakınlık ve benzerlikten dolayı zihinler bulandı ve at iziyle it izi birbirine karıştı. Bu projeyi tatbik siyaseti güden tarafların hiçbirisi, zannedildiği gibi birbirinin açık ara önünde değil; hele bu dönemde artık hiç değil.

Nefes nefese iki atın aynı hedefe doğru koştuğunu hayal edin. Bitiş noktasına kadar atların ikisi de birbirlerine görünürde hiçbir üstünlük sağlamadan koşmaktalar. Neticede yarışın galibi, “foto-finiş”le tespit edildiğinde görülüyor ki atın biri burun farkıyla yarışı bitirmiş.

İşte bu proje, yani genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi, böyle bir kompleks yapı içerdiğinden dolayı ve özellikle de İslâm dünyasındaki kitlelerin algısına hitap ettiğinden, zihinleri bulandırması çok kolay olmuştur. Bu algı kirlenmesinden dolayı, BOP'un Hıristiyan-Yahudi Batı tarafındaki adamın, kendisinin ve yaptığının öbür tarafta zannetme hatasına da sıkça düşülmüştür. Özellikle Türkiye'de bunun tersine de sıkça rastlandı. Buna misal olarak, doğruluğundan emin olmamakla beraber zaman zaman duyduğumuz bir yanlışa işaret etmek istiyoruz.

BİR TANE BÜYÜK DOĞUCU VAR

“Filanca kişi Büyük Doğu siyaseti yürütüyor!”

Fikir, pratik içinde daha çok eleştiri-tenkitle yürür. Küfretmekle eleştiriyi birbirine karıştırmadan tenkid kriterlerine uyulduğu müddetçe eleştirinin de sınırı yoktur. Eleştiri, “tecrit”le alakalı olduğuna göre, zaruridir, sınırının olmaması da tabiîdir. Buna nisbetle, eleştiri-tenkid hakkımızı kullanarak, bu söz ve iddia sahiplerine birkaç hatırlatmada bulunmak istiyoruz.

Bu sözü söyleyebilen ya İbda mücadele tarihini bilmiyor, ya da -kusura bakmasın ama- umurunda değil.

Dünyada, kıyamete kadar tek bir Büyük Doğu'cu olacak ve O'nun yaptığı ve söylediği de Büyük Doğu siyasetinin ta kendisidir. Bu hakikati unutup veya bilmeden, “filanca Büyük Doğu siyaseti yürütüyor” gibi algınızı hakikatmiş gibi sunmak, bizce vahim bir hatadır. Hem de öyle bir hata ki, bu taraf zannıyla öbür tarafın değirmenine su taşımak mânâsına gelir.

Okuyana, “kardeşim o zaman sana ne gerek var!” dedirtecek değerlendirmelerin faydasız ve yapılmaması gerektiğine inanıyoruz.

Büyük Doğu'nun tek bir siyaseti vardır, o da İBDA! Yeryüzünde kıyamete kadar da tek bir Büyük Doğu'cu olacak, o da İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu. “Büyük Doğu siyaseti yürütüyor, güdüyor” denilen adamların, siyasetlerini yürütebilmeleri için O'nun esir edilmesi gerektiği nasıl anlaşılmaz? O'nun önünü kesmek için, “Büyük Doğu siyaseti” olduğu iddia edilen bu siyaset, O'nun esir edilmesiyle başladı, esir tutulmasıyla devam ediyor, esaretinin sona ermesiyle de bitecek.
Biz, esaretini sona erdirecek siyasetin, “üreticisi”, “yürütücüsü” ve “tatbikçisi” olmalıyız. İbda'ya ihanet edenlerin, kendilerine Büyük Doğu'cu diyen hainler olduğu ve davanın da bundan dolayı “İbda” adıyla yürüdüğü nasıl bilinmez? Büyük Doğu siyaseti, İbda Mimarı'nın muradını kestirici bir noktada bulunarak, O'nun ortaya koyduğu fikri pratiğe geçirmektir. İbda olmadan ve anlaşılmadan Büyük Doğu nedir ve bizim için ne ifade eder? O olmasaydı Büyük Doğu'nun ismini, Büyük Doğu'yu veya Necip Fazıl'ı mı hatırlayacaktık? Haini ve ihanetini meşrulaştırıcı bu tür ifadelerin ve değerlendirmelerin bir yarar getireceğine inanmıyoruz.
 Sözde “Büyük Doğu siyaseti” yürütenlerle kişilerin farklı farklı işleri, İLİŞKİLERİ olabilir. Bu bizi ilgilendirmiyor. Ama yapılan işleri kınanma korkusuyla bu tür ifadelerle örtmeye çalışma faaliyeti, “sen mücadelenin neresindesin?” sorusunu da beraberinde getirir.

Kaldı ki bahsedilen siyasetin yürütülebilmesinin en önemli unsuru, paradigma mevzuunda izah etmeye çalıştığımız gibi, İbda Mimarı'nın tasfiye gayesiyle cezaevine konmasıdır.

Ayrıca, sözün önünü ve arkasını dinlemeden, olur olmaz her şeye, “ideolojik hassasiyet” gösterenlerin, bu mevzuya niçin hassas olmadıkları da hayrete şayan bir durum.

İHANETİN ADI “ILIMLI İSLÂM”

Türkiye'de olduğu gibi, Türkistan'da da Ilımlı İslâm denilen vahşî Batı uygulamasının mensupları, benzer misyonlarını devam ettirme gayreti içindeler. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, Dışişleri'nin yıllık faaliyetini değerlendirirken yaptığı konuşmada Kırgızistan'a özel önem atfetmesi bu gayretlerinin ip uçlarındandı.

Geçen Ekim ayında Taza Din Liderliği'ni yok etme gayesiyle hem güney hem de kuzeyde yapılan saldırılarla birlikte Türkiye Hükümeti'nin Kırgızistan ilgisi birdenbire artmıştır. Taza Din Hareketi'nin en büyük özelliği, yerli  ve alternatif bir düzen teklifiyle meydan yerine çıkmış olmasıdır. Zaten yapılan saldırının sebebi de budur.

Şu an Amerika ve Avrupa Kırgızistan'ı kaybetmemek için ellerinden gelen herşeyi yapmaktalar. Bu çerçevede Almanya başta olmak üzere, diğer büyük Avrupa devletleri, bölgenin geleneksel yönetim şekli olan “Aksakal” mevzuuyla doğrudan ilgilenmekte olup, bu konuyla alakalı yapılacak bütün etkinliklerin finansmanını karşılayacaklarını deklare ettiler.

Bu mevzuun yeniden ele alınıp ete kemiğe büründürülerek sistem çapında ortaya konulması gerektiği yaklaşık 1,5 sene evvel buradaki gönüldaşların karara bağladığı bir husus. Daha sonra, Taza Din'in Siyasi Büro Şefliği raporlar halinde bu konuyu devletin en üst kademesindeki ilgili olan herkese anlattı. Hadise, yavaş yavaş yayılarak bu güne kadar geldi.

Taza Din'e ve Liderliği'ne yapılan, 12 kişinin şehid olmasıyla neticelenen saldırının yegane sebebi budur.

Bir Albay'ın daha sonra Cumay Bey'e, bizi kastederek, “O buraya ideoloji getirdi, ondan dolayı onu tehlikeli görüyorlar. Sizin düşmanınız CIA. Sebebi de ideolojik!” demesi, hakikati bütün çıplaklığıyla gözönüne sermekte.

“Yüceler Kurultayı”nın, geleneksel “Aksakallar Kurultayı”nın ruhu ve bu günkü ete kemiğe büründürülmüş şekli olduğunu perdelemek için saldırıya geçenler, başarısız olduklarından, İbda mevzubahis olduğundan dolayı, Eşbaşkan ve tayfası, adeta bir sevki tabi halinde burada devreye sokuldular.

Bölgenin ideoloji ihtiyacı – bölgeye uygun ideoloji ihtiyacı- herkes tarafından dile getirilirken, Taza Din'in yaptığı düzen teklifinin birdenbire tutabileceği ve bütün bölgeyi etkisi altına alabileceğinin Batılı güçler tarafından anlaşılması uzun sürmedi.

İşgâllerle oluşmuş ihanet cephesine karşı, bölgede, “karşı cephe”yi kurabilecek en önemli hareketin Taza Din olduğu anlaşıldığından ve onun bağlı olduğu mihrak da İbda olduğudan dolayı, aradaki bağlantıyı sulandırmak ve nihayetinde kesmek için şu an her türlü atraksiyon içine girilmiş durumda.

Bölgenin Ehli Sünnet olduğunu ve Nakşî nefesinin etkisi altında bulunduğunu düşünürseniz Taza Din cephesinin stratejik konumunu daha iyi anlayabilirsiniz.

Taza Din haricinde, “karşı cephe” teşkil etme gayreti içinde, bölgede iki aktör daha mevcut. “Kaide” ve İran...

Mısır'da sağ gösterip, Libya'da sol vuran “Kaide”, şu an bir nevi Afgan direnişini rahatlatmak için gayret gösteren seyyar birlik niteliğinde. Bu seyyar birlik, karargâh merkezini Fergana'ya kurarak,  özellikle Ortadoğu'da kendisine bağlı bütün güçleri harekete geçirmiş durumda.

Bilindiği üzere Kaide'nin lider ve strateji üreten kadroları daha çok Mısır kökenli. Mısır'daki hadiselerde, zaten Mısır gibi büyük bir lokmayı yutamayacaklarını anladıklarından dolayı kendilerini göstermediler. Fakat olayları yakından takip edenler, hadiselerde ne derece parmağı olduğunu bilmekteler. Dikkat edilirse Mısır'daki hadiselerin bitişiyle Libya'daki hadiselerin başlangıcı aynı zamana denk gelmekte. Dikkatler Mısır üzerindeyken iktidar gücü olarak daha zayıf, coğrafyası daha geniş ve demografik yapısı daha farklı Afrika bağlantılı Libya'da kendini gösterdi.

Batı ve Amerikan karşıtı Kaddafi ile, Batı ve Amerikan karşıtı Kaide arasındaki şu anki mücadele, hadiselerin ne kadar farklı karakter arzettiğini anlamamız açısından da önemli. Dolayısıyla, ilerleyen günlerde her türlü sürpriz gelişmeye hazırlıklı olmak gerekir. Ama şu kesin ki Ortadoğu ve Afrika cephesini rahatlatmak için aynı hareket, bu sefer karargâhını kurduğu Türkistan'da faaliyete geçecek.

“Denge bozulma” seyri ne kadar sıkıntılı geçiyorsa, Batı karşıtlarının farklılık arzetmesinden ve Batı karşıtı direnişin terk siyasî merkezden yönetilmemesinden dolayı onu takip edecek “denge kurma” seyri de -hiç arzu edilmemekle beraber- iki kat sıkıntılı geçebilir.

13 Mayıs 2011 Cuma

TÜRKİYE’DEN TÜRKİSTAN’A KITA ÇAPINDA CEPHELER-4 -TOPYEKÛN DİRENIŞ VE DAYANIŞMA-


14-02-2011

-TOPYEKÛN DİRENIŞ VE DAYANIŞMA-

Osmanlı yıkıldıktan sonra Anadolu’dan başlayıp, Orta Asya’ya kadar uzanan Batı saldırısı bugüne kadar durmadan devam etmiştir. Batı çoğu zaman yetiştirdiği devşirmeler ve elde ettiği işbirlikçiler eliyle İslâm Coğrafyasını işgal ederken, Irak ve Afganistan örneğinde olduğu gibi, işbirlikçi bulamadığı zamanda da bu işgali doğrudan kendi askeri gücünü kullanarak gerçekleştirme yoluna gitmiştir.
Neticede bugün Anadolu’dan Orta Asya’ya kadar İslâm Coğrafya’sı Batı’nın etki sahası içine girmiştir. Fakat, Batı’nın etki sahası içine giren bu coğrafya bugüne kadar kolay teslim olmadığı gibi, hiçbir zaman tam olarak Batı’nın kontrolünde de olmamıştır. Direnişler, zaman zaman devrimler oyunbozan unsurlar olarak hep var olmuştur.
Batı’ya karşı Anadolu merkezli verilen 1. Dünya Savaşı ve sonraki mücadelenin sınırı Arap yarımadasından Afrika’ya, Kafkaslardan Orta Asya’ya, oradan da Afganistan ve Hindistan’a kadar uzanmaktaydı. Yani o zamanki Osmanlı sınırları içinde her tarafta batı saldırısına karşı Anadolu merkezli bir direniş söz konusuydu. Haritayı önümüze aldığımızda göreceğiz ki, bu direniş bugün de, bu sınırlar içinde devam etmekte. Adına ister Birinci Dünya Savaşı, İster topyekun kurtuluş savaşı, ne derseniz deyin savaş devam etmekte.
Gayesine ermemiş savaş  bitmemiştir” diyenler, kutsal emanet bildikleri Batı karşısındaki bu direnişi nesilden nesile aktararak bu güne taşımışlardır.
Fakat;
Dün nasıl ki, mücadeleye sızan hainler tarafından “Topyekun Kurtuluş” iradesi örselendi ve direniş ihanete uğradıysa, aynı şey daha güçlü olarak bugün de yapılmak istenmekte. (Şunu da belirtmekte fayda var; dün, Batı güçlenerek saldırmış, İslâm Coğrafyası ise varoluş için direnmişti. Bugün, İslâm Milleti’nin direnişi güçlenerek taarruza dönüşürken, savunmaya geçmek üzere olan taraf ise Batı’nın kendisi.) Anadolu Kurtuluş Savaşı daha sonra mücadeleye sızan hainler tarafından hedefinden saptırılmış, neticede Arabistan ve Türkistan Cephesi’ndeki mücahitler yalnız bırakılarak, düşmanın insafına terk edilmişti.
Bugün ise, yapılmak istenen daha farklı.
Çünkü direnişi göğüsleyen farklı farklı cepheler bir merkez etrafında hareket etmekten ziyade merkezlerini aradıklarından, cepheleri işbirlikçi bir merkezi siyasetle etkisizleştirmek mümkün olmuyor.
Cephelere sirayet edemeyen emperyalizm, işte tam bu noktada cephelerin lojistik desteğini kesmek ve kitlelerle bağ kurmalarını engellemek için, cephelerin kurulduğu bölgelerdeki halkı etkileme yoluna gitmiş bulunmakta. Bu gayeyle kullanılan en etkili silah ise, “gayesi dinmiş gibi” gözüken, aslında dinle, imanla alâkası olmayan, insanların algılamaları üzerinden dini istismar ederek Batı saldırılarına hizmet eden iktidarlardır. Şu ân açıkça görülüyor ki,  Arabistan’dan Afrika’ya , Türkistan’dan Uzak Asya’ya kadar uzanan Batı işgaline karşı kurulan direniş cepheleri, Batı’nın kendi adına teşkil ettiği veya desteklediği bu işbirlikçi cepheler eliyle boğulmak istenmekte.
Batı karşıtı devrimci İslâm’ın önünü kesme projesi olan “Ilımlı İslâm” denilen “münafık”, vahşi Batı projesine bu gözle bakıldığı zaman, bütün cephelerde verilen direnişin tek bir savaşın farklı muharebeleri olduğu bir çırpıda anlaşılır. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi, dünle bugün arasındaki tek fark, dün direniş belli bir merkezden örgütlenmişti, bugün ise, bağlanacağı merkezi coğrafyayı ve merkezi fikri aramakta.
Bu açıdan bakıldığında apaçık hakikat ki, sadece devrimci İslâm’ın önünü kesme projesi olan “Ilımlı İslâm”a karşı çıkmak Batı saldırısına karşı durabilmek için yeterli değildir.
İslâm temelli verilen topyekûn kurtuluş savaşında emperyalizme direnmek gayesiyle muhalefet edilen “Ilımlı İslâm”a  ancak “devrimci-cihadî İslâm” anlaşılarak, onunla empati kurarak veya onun yanında, onun tarafından karşı çıkılabilir.
Batı’ya karşı çıkma isteği, ancak, karşı çıkmanın “nasıl”ını bildikten ve ona uygun tavrı geliştirdikten sonra mânâlı olabilir.
Batıcı düzen dün farklı bir paradigma üzerinden yürütülürken, bugün ise, daha farklı bir paradigma üzerinden yürütülmektedir. Kalpleri çelen zihinleri bulandıran da zaten bu paradigma değişikliğidir.
Liderlik kitleyi paradigmadan paradigmaya taşıma işidir.
Daha açık ifadeyle paradigmaların çelmesine takılmadan alınması gereken tavrı alabilen  ve o tavrın siyasetini üretebilen; devrimci odur.
Bugün Anadolu’yu merkez bilen ve merkezi fikre bağlı olduğunu iddia eden bütün devrimci İslâm mensuplarının çözmekle mükellef oldukları, şuan Batıcı düzeni yürüten bu paradigmadır. Mısır’da Gazze’ye açıkça ambargo uygulayan bir iktidar vardı. Fakat Türkiye’de aynı ambargoyu,  İsrail’e “van minut” diyerek uygulayan bir iktidar var. İnsanların algısı üzerine ve görmek istedikleri gibi söylem geliştiren, öyle olmadığı hâlde zaman zaman “öyleymiş” gibi davranan bir iktidar.
 Şunu da hatırlatmakta fayda var; paradigmayı çözemez, çelmesine takılırsanız, o sizi çözer.
İlk önce içinizdeki yıllarca beslediğiniz, büyüttüğünüz tutkuyu zayıflatır ve sonra da öldürür. Dün fedakârlığın ve kahramanlığın eksikliğinde hiçbir işin başarılamayacağını bildiğiniz hâlde bugün bunlar sizin gözünüzde önemini yitirir, hatta gördüğünüzde “ne gerek var” diyerek rahatsızlığınızı da ifade edebilirsiniz. Küçümseme duygusu da hiç vakit kaybetmeden bu vasatta hemen geleceğinden, artık devrim dünyanın en güzel anlatılan fakat en büyük yalanı olacaktır.
Van minut”e ve ona muhatap algıya teslim olunmadan, Batı’ya karşı durmak isteyen herkes adına bu çözülmeli. Devrimin ideolojisi, paradigmaların üzerine taşınarak devrim yapılabilir ve arkasından da iktidar teşkil edilebilir.
Saldırganı ve onun kurduğu cepheyi bir gördükten sonra, ona karşı direnenleri de bir görmeye başlarız ki, bu da düşmanın uzak gösterdiği mesafelerin aslında ne kadar yakın olduğunu anlamamızı sağlar.
Fergana ve Kırgıstan’ın Şahsında tüm Türkistan’ın mânâsı Irak ve kuzeyinde, Anadolu’da saklıdır.
Batı masa üzerine yaydığı haritada saldırdığı coğrafyayı bir düşünürken, bizden ayrı ayrı düşünmemizi istiyor ve adeta “herkes kendi işine baksın” diyerek olması gereken dayanışma ruhunun olgunlaşmasını engelliyor. Onlar dünyanın her tarafındaki cepheleriyle, kendi yararlarına ilişkiler kurup ülkelerin egemenliklerini hiçe sayarak önlerine gelen her yere müdahale ederken, direnen cephelerin aynı şekilde davranmaması için var gücüyle bütün engelleri koyuyor. Bu engelleri koyduğu yerin başında da zihinler gelmekte.
Etrafınıza dikkat edin; artık Irak direnişi veya Afganistan için dua edenlerin sayısı eskisi kadar çok değil.
Emperyalizm bir cephedeki başarısının veya hezimetinin bütün işgal planını etkileyeceğini bildiğinden, Mısır’da olduğu gibi, yenisini bulmadan bütün adamlarına sonuna kadar sahip çıkıyor ve bütün tertip ve düzenlemelerini de ona göre yapıyor. Emperyalizme direnenlerde veya direnmeye çalışanlarda ise o hassasiyet henüz tam oluşabilmiş değil. Bunun en büyük sebebi ise mevcut paradigmayı aşmakta yaşanan zorluk bizce.
Son sekiz sene içinde ne yazık ki herkes bir tarafından mevcut paradigma tarafından teslim alındı veya etkilendi. Daha çok maddi rahatlık çerçevesinde yapılan bu teslim alınmanın en belirgin özelliği reflekslerin yitirilmesi ve her şeyin tabi karşılanması olarak kendini göstermekte. Maddi rahatlık derken sadece parayı kasdetmiyoruz. Meselâ düne kadar her ân kapınızı polis çalabilir tedirginliğiyle ve o tedirginliğin hakim olduğu ilişkilerle yaşıyordunuz, şimdi ise yaşamıyorsunuz. “Acaba dost mu” hissinin uyandırıldığı polisin gelmemesi durumu da paradigmanın çözdüğü unsurlardan. Polis başkasına gidiyor ya şimdi.
Bu hayat tarzı içinde çocuklarınızı ve kadınlarınızı rahat yataklara ve güvenli(!)  gecelere ve güzel yemeklere alıştırdıkça devrim retoriğiniz de güzelleşecektir. Aynı “Eşbaşkan”nın “van minut” derkenki güzel retoriği gibi. Ondan sonra bırakın topyekun direniş mantığı içinde bir cepheyle dayanışma için hareket etmeyi, o rahat vücudunuzu kaldırıp karşı mahalleye bile gidemeyeceksiniz. Devriminiz hayırlı olsun(!)
  “Van minut” paradigmasının çözülmesi demek, bizce Batı saldırısına karşı direnen İslâm Milleti’ne merkezi coğrafyanın ve merkezi fikrin de gösterilmesi demektir.

Irak işgal edilirken direnişe gösterilen kayıtsızlık, Fergana direnirken gösterilmesi istenmiyorsa ve Fergana’nın “gerçek cephe” olarak Anadolu’ya akması isteniyorsa, bu “Ilımlı İslâm” paradigması lime lime edilip çözülmeli.
Eğer bunun nasıl çözüleceğine dair kafa patlatılmıyorsa, geçen ekim ayında “TAZA DİN Cephesi” lideri Albay Cumay  Suyunaliyev’e  “1 Şubat” ta Kumandan Carlos’a yapılan saldırılar demek ki hiçbir mânâ ifade etmiyor. Onlar Cumay Suyunaliyev ve Carlos oldukları için saldırıya uğramadılar. “Gercek cephe” oldukları ve cephesi oldukları mihrakı birisi;
İslâm dünyasının beklediği halife” diyerek selamladığı ve onun adına Türkistan’a “Gökbayrağı” diktiği için;
Diğeri, yani Carlos ise;
 Lütfen kendisine şunu söyleyin, O neyi kastettiğimi anlayacaktır:
 O’NU UNUTMUYORUM!
Diyerek O’nun anladığını, diğerleri de anladığı için, saldırıya uğradılar.
“Acaba Kumandan Carlos kendisini anlayanın da ilk saldırıya uğradığı tarihin  “1 Şubat” olduğunu bilseydi ne düşünürdü?
Onların şahsında saldırıya uğrayan O’dur.
Batı saldırısına “Cepheler” direndiğine göre, direnen O’dur. 

TÜRKİYE’DEN TÜRKİSTAN’A KITA ÇAPINDA CEPHELER -3- FANO PROJESİ


31-01-2011

FANO PROJESİ 
Şu ân Fergana Vadisi emperyalizmin Türkiye’den Afganistan’a kadar işbirlikçi cepheye karşı oluşturulan, “Karşı Cephe”nin kurulduğu ve büyük kapışmanın yaşanacağı merkezlerden biri.
Afganistan’ın stratejik konumundan dolayı Fergana, istisnasız bütün aktörler için vazgeçilmez bir bölge. Kendi içinde barındırdığı yer altı ve yerüstü zenginlikleri haricinde, yol verdiği zenginlikler de Fergana’nın önemini ikiye katlamakta.
Orta Asya’nın en bereketli toprakları olan bu vadi tahıl ambarı olduğu gibi, zengin doğalgaz, demir, petrol ve kömür yataklarıyla da meşhur.
Tarih boyunca İslâm coğrafyasında gözü olan Batı dünyasına karşı Altaylar’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan tekrar Altaylar’ı geçerek Hindistan’a kadar setler çeken Müslüman Türk, bugün aynı setleri kendi kardeşlerinin aleyhine olarak çekmeye ve bölgede batı adına “iş” yapmaya çalışmakta. “Türk” derken, ismini duyduğunda Batı adamının ayaklarını titreten ve kalbinde korkunun hâkim olmasını sağlayan “Gerçek Türk” ten bahsetmiyoruz tabiî ki.
Geçen ay Kırgızistan’da bir anma toplantısı vardı. 1930 yılında Stalin tarafından katledilen, içlerinde ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un babasının da bulunduğu ve Türkiye’nin desteklediği “Turan Partisi”ne mensup katledilen 130 kişi bu anma toplantısının sebebi idi. Katliamda 130 kişinin öldürülmesi bugün burada soykırım olarak nitelendirilmekte. Siyasetçilerden, bürokratlardan, askerlerden ve entelektüellerden oluşan bu 130 kişi İttihat ve Terakki’nin örgütlediği Kırgızistan’ın o zamanki beyin takımı. Bugün burada insanlar Kırgızistan’ın geri kalmışlığını bu beyin takımının katledilmesine bağlamaktalar. Katledilen bu insanların içinde Kırgızlar haricinde Özbekler ve müslüman Çinli denilen Dunganlar da var. Yine aynı yıl 40’a yakın Türk de Türkiye’nin “bizimle akalaları yoktur” demesi üzerine Stalin yönetimi tarafından katledilmiş. Dünyanın dört bir tarafındaki Müslüman Türk mücahidler gibi onların da mezarları nerede, belli değil.
Fergana ile Anadolu’nun tarihi bağını bildikten sonra, Fergana’nın niçin İslâm Coğrafyasının merkezlerinden biri olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
Bunu anladıktan sonra da Batı dünyasının neden burayı bölüp “özerk” bir bölge haline getirmek istediğini ve bu coğrafya üzerine niçin projeler ürettiğini bütün çıplaklığı ile görebiliriz.
Fergana, İslam Coğrafyası’nda insanın hayati organlarının taşıdığı değer gibi bir değer taşımaktadır. Şah-ı Nakşıbent Hazretlerinin, Ahmet Yesevî Hazretlerinin, Buharî Hazretlerinin ve İmam-ı Rabbani Hazretlerinin nefesinin hâkim olduğu bu coğrafyanın önemi Batı tarafından ne kadar çok biliniyorsa, İslam Dünyası tarafından da o kadar az biliniyor.
FANO Projesi’ne bu gözle bakmak gerekir.
İsmini Kırgızistan ve Özbekistan sınırları içinde bulunan 4 büyük şehirden alan bu projenin sahibi aslında İngilizler.
Sovyetler Birliğini kuşatmak için o dönem İngilizler tarafından ortaya konulan bu proje, daha sonra Amerika tarafından devralınarak “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında bugüne taşınmıştır.
FANO’da geçen Fergana-Andican-Namangan- şehirleri Özbekistan’a aitken, Oş şehri ise Kırgızistan sınırları içerisinde. Vadiden ismini alan ve bir Özbekistan şehri olan Fergana ile Fergana Vadisi’ni birbirine karıştırmamak lazım. Bölgenin söz konusu dört büyük şehri Fergana Vadisi’nin iskeletini oluşturmakta olup, askeri, ticari ve jeopolitik bütün stratejik ve taktik kavgalar bunlar etrafında yapılmaktadır.
Fergana Vadisi denilen yer bölgeye yabancı çoğu kişinin kulaktan dolma bilgilerle zannettiği gibi iki dağın arasında bulunan küçük bir vadicik değildir. Fergana Vadisi 10 milyondan fazla nüfusa sahip ve 20 şehirden oluşan Türkistan’ın tarihi merkezi. Kelimenin “ışık” ve “ferahlık yeri” mânâları var mı, tam biliyor değiliz ama, vadinin dağların ardından kendini gösteren güneşle ışıl ışıl olduğunu ve senenin 365 günü esen tatlı rüzgarla dört mevsim insanın içini ferahlatan yapısını biliyoruz. Orta Asya’da tarih boyunca savaşlar bu bereketli merkezî coğrafyayı ele geçirmek için yapılmış ve devletler de bu merkez etrafında kurulmuştur. Hindistan’ı fetheden Babür Şah ordusunu buradan harekete geçirirken, Büyük İskender de Fergana’da gördüğü ceviz ağaçlarının büyüklüğü karşısında şaşkınlığını gizleyememiştir. Bugün Yunanistan ve çevresinde yetişen cevizin ana tohumunun İskender tarafından Fergana’dan götürüldüğü biliniyor.
Şiî sapkınlığını Osmanlı sınırlarına kadar kovalayan ve Ankara Savaşı’nda Yıldırım Beyazıt’la karşı karşıya gelen Timur da Fergana’dan yola çıkmıştı.
Fergana Vadisi’nin bilinen en son kahramanı da Enver Paşa’dır. Tabiî yerel kahramanlarını saymıyoruz. Enver Paşa, Abdülhamid Han’ın şahsında fikre suikast düzenledikten sonra (ki, bunun ne büyük bir hâtâ olduğunu hem Enver Paşa hem de Talat Paşa daha sonra anlamışlar, fakat iş işten geçmişti.) fikir yerine sadece bedenini buraya getirebildi. Gözükaralığıyla buradaki insanlara bir süreliğine ilham kaynağı oldu ama tek başına fikirsiz güç, yeterli olmadı. Fakat, Enver Paşa ve arkadaşlarının getirdikleri bedenlerini nasıl kahramanca fedâ ettikleri, halâ bilenler tarafından buralarda anlatılmakta.O günlerde Enver Paşa’nın önderliğinde çalışmalarını yürüten İttihat ve Terakki fedailerinin İngilizlere karşı Fergana Vadisi’nden kurdukları Afgan Ordusu o günden bugüne halâ emperyalizme karşı savaşa devam etmektedir.
Fergana Vadisi’nin Afganistan’dan Rusya’ya kadar, oradan da Avrupa’nın önlerine kadar bölge merkezli verilen bütün savaşlarda lojistik destek sağlayan bir yapıya sahip olduğu, kesinlikle bilinmesi gereken bir husus. Afganlar İngiliz işgaline Rus işgaline ve şimdi de Amerikan işgaline karşı direnirken en büyük desteği Fergana’dan almışlardır ve almaktadırlar da. Fergana bu özelliğinden dolayı bölgeye saldıran düşmanın da ele geçirmek için bütün imkânlarını seferber ettiği stratejik bir nokta hüviyetinde.
Bölgedeki bütün farklı unsurların İslâm ortak paydasında bir arada yaşadığı Fergana anlaşılmadan bölgenin anlaşılabilmesi mümkün değil.
Saldırganın da, saldırgana karşı toprağını savunanın da hiçbir suretle vazgeçemeyeceği bu vadi, bugün özellikle Afganistan Savaşı’nın neticesinin belirlenmesinde de en önemli faktördür. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, ilk baharın gelmesiyle güneş dağlardan kendini gösterip karları eritmeye başladığında Afganistan Savaşının merkezi artık Fergana olacaktır. Afganistan savaşının cephe gerisi olan FERGANA, savaşın neticesini kendi lehine çevirmek için hem saldırganın hem de saldırgana direnenin, artık bir ân önce ele geçirmesi gereken oksijen çadırı hüviyetindedir.
Afganistan’a sınır olan bu bölgenin şehirlerine ülkeleriyle beraber bir bakalım:
Kırgızistan: Kızılkiye, Batkent, İsfana, Oş, Celalabad, Taşkömür, Karakol, Koçkor Ata, Maylisu,
Özbekistan: Fergana, Andican, Namangan, Kokant, Marhamat, Asake, Kuvasay, Hanabat.
Tacikistan: Huccent, Çikalof, İsfara.
Fergana Vadisi denilen bölge, bu şehirlerden oluşmakta olup, aslında Türkî cumhuriyetlerin tarihte hepsinin birden katıldığı ve bağlı olduğu devletlerin merkezidir.
Vadideki şehirlere ve bu şehirlerin bağlı olduğu ülkelere komşularıyla beraber harita üzerinde baktığınızda, Fergana’daki bir gelişmenin dünyanın yarısını hemen etkileyeceğini görürsünüz.
 Fergana Vadisi dün olduğu gibi bugün de Afganistan savaşlarının hep lojistik merkezi niteliğinde olmuştur. Fergana’yı kim elinde tutarsa savaşı da hep o kazanıyor. Afgan mücahidler İngilizlere diz çöktürürken Fergana müslümanların kontrolündeydi. Birinci dünya savaşından sonra, emperyalizme karşı İttihat ve Terakki’nin vermeye çalıştığı Topyekun Kurtuluş Savaşı’nda Enver Paşa kendisine Fergana’yı üs olarak seçerken hiç de haksız değildi. Topyekun Kurtuluş Savaşı’nın verildiği bölgelerde elde edilecek bir zaferin birbirini etkileyeceğini biliyordu.
Aynen bugün olduğu gibi.

TÜRKİYE’DEN TÜRKİSTAN’A KITA ÇAPINDA CEPHELER -2-


18-01-2011

Yıllardan beri Afganistan-Avrupa arası yasadışı ticaretten ve bu ticaretin yapıldığı ticaret yolundan birçok çevre bahsetmekle beraber, nedense hiç kimse bu yasadışı ticaret yolunu kontrol eden ve bu ticareti gerçekleştiren organizasyondan ve onun hamisinden açıkca bahsetmez. Mesele o noktaya geldiğinde özellikle şekli demokrasi meczupları başta olmak üzere, nedense herkes üç maymunu oynar. Bahsettiğimiz bu yolda dünyanın en büyük uyuşturucu ticareti ve silah kaçakçılığı yapılırken konjonktüre göre “suçlular” farklılık arzedebilmekte. Meselâ Türkiye’de bundan üç beş yıl önce konjonktür gereği PKK suçlu ilan edilirken, aynı PKK bugün neredeyse sivil toplum örgütü muamelesine tabi tutulmakta. Yine geçmişte Talabani ve Barzani benzer yasadışı işlerden dolayı suçlanırken bugün Ankara’da kırmızı halılar üzerinde karşılanmaktalar.
Konjonktür ne olursa olsun ve kim suçlanırsa suçlansın değerlendirmeler hep zincirin halkalarını işaretlemekten ibaret kalmakta. Zinciri elinde tutanın adını ne hikmetse kimse ağzına almamakta.
Amerika’nın işgal ettiği topraklarda, işgaline yardımcı olanları adeta ödüllendirir bir şekilde bu suç yolunun kontrolünü kendilerine vermesi uluslararası kuruluşlar ve bölge devletleri tarafından bilindiği hâlde, bunu engellemek için hiç kimse, hiçbir kurum adım atamamakta veya atmak istememekte.
Amerika bölgeyi işgal ettikten sonra bu yasadışı suç örgütü eliyle işgal ettiği toprakları kendi yararına göre düzenleme ve plânlama gayreti, temelde hadisenin siyasi içerikli olduğunu gösterir. Bahsettiğimiz yasadışı çetenin üst düzey elemanlarının bir çoğunun Ankara’da kırmızı halılarla karşılanması tesadüfi değildir.
Söz konusu çetenin idaresinin Amerika tarafından Türkiye eliyle yapıldığını gösteren bu durum, ayrıca Türk hükümetinin Ortadoğu ve Orta Asya’daki pozisyonunu da netleştirmektedir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu AKP Hükümetinin 2010 yılına ait dış politika faaliyetlerini değerlendirirken, Kırgızistan’a verilen önem gözlerden kaçmadı. Ahmet Davutoğlu Kırgızistan’daki 7 Nisan’la başlayan sürecin neticesi olarak `parlamenter rejime` geçilmesini Türk hükümetinin dış politikadaki “başarısı” olarak kamuoyuna sundu. Evet, parlamenter rejime geçilmesini bir başarı kabul edersek bu başarının sahibi de AKP hükümeti. Bölgede ve Asya’nın en güçsüz ülkesi olan Kırgızistan’da parlamenter rejimin “sömürgeleşme” ve “Taylandlaşma” demek olduğunu herhâlde tahmin edebilirsiniz.
Türkiye ve Afganistan hattı üzerinde Amerika tarafından işgallerle oluşturulan bu cepheye karşı, “karşı cephe” kurma faaliyetleri de yok değil. Yeterli olduğunu söyleyemeyeceğimiz bu faaliyetlerin Orta Asya’daki sahiplerinden biri de İran.
İran’ın karşı Cephe oluşturmaya dair bazı girişimlerinin varlığından söz edilebilse de başarıya yakın olduğu pek söylenemez. Bölgenin çoğunluğunun Ehl-i Sünnet olması Şiî İran’ın etkinliğini engellerken, Irak işgalinde Amerika lehine aldığı tavır da hâlâ unutulmuş değil.
Şu hakikati de belirtmekte fayda var: Bölgenin dini, tarihî ve sosyolojik yapısına baktığımızda böyle bir “Karşı Cephe”nin ancak İslâm temelli, bağımsızlıkçı ve kurtuluşçu bir anlayışla kurulabileceği bir bedahet. Bu cepheyi, ancak İslâm temelli ve Ehl-i Sünnet itikadı çerçevesinde teşkil etmek mümkün olacaktır. Burada Ehl-i Sünnet’in merkezlerinden birinin de Semerkant ve Buhara’nın yer aldığı Özbekistan olduğu hatırlanmalı.
Peki, Orta Asya’da Türkiye’den Afganistan’a kadar uzanan bu hat üzerinde Orta Asya’da hangi merkez etrafında bu Karşı Cephe teşkil edilebilir?
Bizce Kırgızistan’ın önemi bu sorular etrafında araştırılmalı ve anlaşılmalı. Kırgızistan’ı önemli kılan iki ana husus mevcut;
1- Orta Asya’daki devletler içerisinde ekonomisiyle, ordusuyla ve nüfusuyla en zayıf halka Kırgızistan.
2- 1989 yılında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Kırgızistan haricindeki Eski Sovyetler Birliği ülkeleri bağımsızlıklarını oluştururken bir nevi Sovyet sistemini kendi ülkelerinde devam ettirme yolunu seçerken, Kırgızistan ise, hangi rejimi seçeceğine karar veremeden bugüne kadar ideoloji tartışmaları içinde gelmiştir. Bu durum ise, 1990 yılından beri Kırgzistan’ı her yıl biraz daha derinleşen sosyal, ekonomik, siyasi bir krizin içine sokmuştur. 20 senesini de ideoloji tartışmalarıyla geçiren bu zayıf halka, hâliyle her türlü dış tesire karşı  açık bir zafiyeti de kendi bünyesinde yaşatmakta.
Kırgızistan’ın bu “zayıf halka” durumundan dolayı yeterli gücü eline geçirenin iktidar koltuğuna oturabileceği gerçeği, bölgedeki iri devletler ve müttefikleri açısından her gün kâbuslar görmelerine sebebiyet vermekte. İktidarı ele geçirebilecek Batı karşıtı bir güç, bu hedef doğrultusunda içeride birliği sağlayabileceği gibi, diğer komşu ülkeleri de çok rahat etkileyebilir. Kırgızistan’ın bu özel durumundan dolayı satranç tahtasındaki iri devletlerin hiçbiri buradan vazgeçemedikleri gibi, birbirlerinden çekinmelerinden ötürü de buraya doğrudan müdahale edememekteler. 7 Nisan sürecinden bugüne kadar emperyalist devletleri hop oturup hop kaldıran, işte böyle bir gücün iktidarı ele geçirme korkusudur.
İdeoloji tartışmaları içerisinde 20 yılını geçiren -ki son iki yılına bizzat şahidiz ve içindeyiz- bu ülkede, bölgeye uygun ideolojiye sahip bir gücün ne derece tesirli olabileceği en başta Amerika ve Rusya tarafından bilinmekte olup, bu durum onlar tarafından çok sıkı takip edilmektedir. Kırgızistan’ın “nasıl bir ideoloji olmalı?” sorusuna Davutoğlu’nun da ifâde ettiği gibi Türk hükümeti cevap vermiş ve Kırgız toplumuna Batı adına “parlamenter rejimi” şu ân için kabul ettirmiştir. Bundan yaklaşık iki sene evvel Türkiye’nin burada esamesi dahi okunmazken, özellikle 7 Nisan’dan sonra hangi ihtiyaca binaen bu kadar etkin hale geldi veya getirildi?..
Bu sorunun cevabını Ankara’nın Irak işgalinde üstlendiği misyonu göz ardı ederek veremeyiz. Çünkü Kırgızistan’ın merkezinde bulunduğu Türkistan hadiselerinde, bu coğrafyada uygulanmaya çalışılan plan IRAK işgalinde uygulananın aynısı olduğu gibi, bu işgalde “görev” alan önemli aktörler burada da benzer görevleri icra etmekteler. Aslında bu duruma çok da şaşırmamak gerekiyor; çünkü başta “Eşbaşkanlık” mevkii olmak üzere, Amerikayla “stratejik ortaklık” ve “müttefiklik”  ruhu zaten bunu gerektirmekte. “Büyük Ortadoğu Projesi”nin daha sonra “Türkistan” ve “Kafkasya”yı da içine alacak şekilde “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi” olarak değiştirildiğini ve bunun “Eşbaşkanı”nın kim olduğunu da unutmamak lazım. Türkiye’nin Kırgızistan’a ilgisi “din, dil ve ırk” yakınlığından kaynaklanmayıp, “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi”ndeki “Eşbaşkanlığı” görevi dolayısıyladır. “Din, dil, ırk, kültür” gibi ortak paydalar sadece bahsettiğimiz görevin yerine getirilebilmesi için yapılan perdeleme faaliyetinde kullanılan kılıflardır.
Önümüzdeki günlerde “Eşbaşkan” Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığını yaptığı AKP hükümetini en üst seviyede, özellikle Kırgızistan’da göreceğiz. 1990’dan beri nasıl ki Irak’ın kuzeyinde tedricen Ankara eliyle yasadışı Kürtçü yapılanma teşkil edildiyse, aynı “el” aracılığıyla İslâm-Türkistan coğrafyasında benzer bir yapılanma oluşturulmaya çalışılacak. Kürtçü yapılanmanın neyin karşılığında oluşturulduğunu ve kaç Iraklı Müslüman Arap’ın hayatına malolduğunu unutmayınız. Bu plan doğrultusunda, geçen nisan ayından bugüne Kırgızistan’da ölen Kırgız ve Özbek Müslüman sayısı daha şimdiden 10.000’ni geçmiş durumda.
Bölgedeki gelişmeler “İMANSIZ İSLAMCILIK” demek olan vahşi “Ilımlı İslâm” projesinden ve “İmansız İslâmcılık” ın da evvelini saymazsak özellikle 90’lı yıllardan itibaren Batı karşıtı “Gerçek İslâm” demek olan “Radikal İslâm” a karşı geliştirildiği gerçeğinden ayrı düşünülemez. Aksi takdirde farklı ve yanlış neticeler elde etmek kaçınılmaz olacaktır. Bugün Türkiye’de samimi bir çok insanın yaptıkları siyasi değerlendirmelerde bazı yanlış neticelere varmalarının ve beraber olması gerekirken bir çok kişi ve kesimle karşı karşıya gözükmelerinin bizce en büyük sebeplerinden biri de bahsettiğimiz bu husustur.
Gerçek İslâm’ın önünü kesmek demek olan “İMANSIZ İslâmcılık-Ilımlı İslâm”ı ve bunun yaptığı ihanetleri “İslâm” diye algılamak ve O’na maletmek, oradan da “Ilımlı İslâm” ın önünü kestiği “Gerçek İslâmı” incitecek şekilde onu, yani “İmansız-Ilımlı İslâmı” eleştirmek;
“Gerçek İslâm”ın Hristiyan-Yahudi Batı Emperyalizmi karşısındaki iktidar yürüyüşünün önünü kesmek için, Batı tarafından oluşturulan ve desteklenen; misyonu “dini içten yıkmak” olan “İmansız-Ilımlı İslâmın” ihanetlerine yapılan eleştirileri İslâm’ın kendisine yapılıyor zannıyla, yapılan eleştirilere ve eleştiri sahiplerine “İslâm düşmanı” yaftasıyla onların ne dediğine bakmadan ve söylenenleri anlama gayreti içine girmeden karşı çıkmak;
Her iki durum da mensup olunan kesimler adına yapılan birbirinden beter yanlışlar; ve Batı, saldırılarını bu yanlışların vücud verdiği ortamları kullanarak yapabilmekte.
Türkistan coğrafyasında Müslümanların üzerine ve onların çok büyük zararlar göreceği oyunlar yine “İslâmmış” gibi gözüken Batıcılar eliyle sahnelenmek istenmekte. “Fergana Vadisi” nde üç devletin bölünmesiyle batı yararına oluşturulmaya çalışılan Irak’ın kuzeyi benzeri bir yapılanmanın adı olan “FANO” (Fergana-Andican-Namangan-Oş) Projesi, yani GBOP stratejisine bağlı taktik plan, şuan bölgede Gerçek İslâm’a karşı, kendisini “İslâmmış” gibi gösteren kesim eliyle Batı tarafından yürütülmekte.