14 Mayıs 2011 Cumartesi

TÜRKİYE’DEN TÜRKİSTAN’A KITA ÇAPINDA CEPHELER -5 -ASİ ASYA AYAKTA-


01-03-2011

 -ASİ ASYA AYAKTA-

“Türkiye'den başlayarak Afganistan'a kadar uzanan yolu kontrol altında tutan Amerikan güdümünde yasadışı bir organizasyon mevcut.”

“Batı'ya karşı Anadolu merkezli verilen Birinci Dünya Savaşı ve sonraki mücadelenin sınırı, Arap Yarımadası'ndan Afrika'ya, Kafkaslar'dan Orta Asya'ya, oradan da Afganistan ve Hindistan'a kadar uzanmaktaydı. Yani o zamanki Osmanlı sınırları içinde her tarafta Batı saldırısına karşı Anadolu merkezli bir direniş sözkonusuydu. Haritayı önümüze aldığımızda göreceğiz ki bu direniş bugün de bu sınırlar içinde devam etmekte. Adına ister Birinci Dünya Savaşı, ister Topyekun Kurtuluş Savaşı, ne derseniz deyin savaş devam etmekte.”

Yazımızın geçen dört bölümünde yukarıdaki ifadeler ve benzerleriyle aynı hat üzerinde iki cephenin olduğu görüşünü anlatmaya çalıştık. Uyuşturucu başta olmak üzere her türlü yasa ve ahlâk dışı işi yapan, işgâllerle oluşturulmuş Batı güdümlü bu “cephe”ye karşı, “karşı cephe” oluşturma gayretlerinden bahisle, bu “karşı cephe”nin unsurlarını işaretlemeye çalıştık. Ayrıca, dört bölümde de altını çizdiğimz gbi, bu “karşı cephe” oluşturma gayretlerinin en önemli merkezinin `Fergana Vadisi` olduğunu ve önümüzdeki günlerde patlama ihtimali çok yüksek ölüm-kalım savaşının, yine en önemli muharebesinin ilkbaharla birlikte buralarda verileceğini defalarca ifade ettik.

“Fergana”daki siyasî ve askerî gelişmeler bilinmeden Asya Kıtası'ndaki hadiselerin anlaşılmasının pek mümkün olmadığını anlatmak gayreti içinde olduğumuz bu çalışmamız daha bitmeden, ne yalan söyleyelim, hadiselerin hızı bizi de şaşırttı.

Türkiye'de ve Dünya'da neler olup bittiğini hadiselerin arkasındaki saiklerle beraber anlamadan, üstüne üstlük, “yerinde doğruyu genelleştirerek”, eski alışkanlıklar ve algılamalarla yapılacak her türlü değerlendirmenin bizce yanlış neticeler vereceği yüksek bir ihtimal.

Sovyetler'in dağılmasından sonra 1990 yılından itibaren dünyada bütün paradigmalar değişmeye başladı. Eski paradigmalarla, Batıcı düzenin yürütülemeyeceğini anlayanlar, yeni paradigmalar kurgulamakta gecikmediler. Fakat, bir paradigma, hemencecik dünden bu güne kurgulanamaz. Bunun etkisini ve tepkisini oluşturabilmek için -özellikle zihinlerde- 20-30, hatta 50 yıla dahi ihtiyaç duyulabilir.

Türkiye'de Özal'la başlayan yeni paradigma süreci -12 Eylül'le de başladığını söylemek mümkün- bugün “Eşbaşkan” Tayyip Erdoğan ve AKP ile devam etmekte. Mevcut yapının ismi ne şu ne bu, sadece “Batıcı düzen”... Batıcı düzenin yürümesi ve düzen lehine tıkanıklığın aşılması için kurgulanan yeni paradigma, geçerliliği test edildikten ve Batıcı düzen lehine kitleler devşirildikten sonra, İslâm coğrafyasına “model” olarak sunulmasına karar verildi.

Eski paradigma mensuplarıyla ortaklaşa yapılan “28 Şubat operasyonu”yla eskiye duyulan tepkinin şiddeti arttırılırken, diğer taraftan yeni paradigma ve mensuplarının yeri sağlamlaştırıldı.

Eğer paradigmaya duyulan tepkiyi örgütleyip ve bu tepkiyi düzenin kendisine yönelterek iktidarı ele geçirirseniz, bunun adı devrim olur. Bu da şu demektir, paradigmalar, değişim-devrim dönemlerinde düzenin gerçek sahipleri tarafından kendi lehlerine olarak kurgulanır.

28 Şubat operasyonuna duyulan tepkiyi, devrimci hareket, nihayetinde örgütlemeyi başarmış ve hedefe bir adım mesafede 99 yılına girmişti. Fakat 3 aylık hapisle parlatılan yeni paradigmanın figüranı, düzenin gerçek sahiplerinin maddi ve manevi bütün desteğini arkasına alarak, tabiri caizse bu tepkiyi çaldı. Ve böylece, Hıristiyan-Yahudi Batıcı düzeni değiştirmeye ramak kala İslâm Devrimi'nin önünü kesmeyi başardılar.

Yeni paradigmanın bir düzen değişimi olmadığını, sadece zihinlerdeki algıyla oynanarak düzen değişimi gerçekleştirildiği hissini yaşattığını ve böylece bir taraftan mevcut düzen bütün kurum ve kuruluşlarıyla devam ederken, diğer taraftan da devrimci hareket ve fikirlerin benzeri ve sahtesi kullanılarak, bunun devrimin önünün kesilmesi demek olduğunu anlamak gerekir.

Tekrar etmek gerekirse, “paradigma”, kesinlikle “düzen” mânâsına gelmez. Paradigma değişimi, mevcut düzenin tıkandığı dönemlerde, onun yürütülmesi ve kuvvetlendirilmesi için yapılan zihni operasyonlardır.

Bu mânâda, dünyaya hâkim Batı hayat tarzı ve Hıristiyan-Yahudi Batı düzeni açısından değerlendirdiğimizde, Suudî Arabistan'daki sözde “şeriat” düzeniyle Türkiye'deki “laik” düzen arasında herhangi bir fark yoktur.

Sovyetler dağıldıktan sonra, Türkiye'de oluşturulmaya başlanan yeni paradigmanın Batı açısından özelliği şuydu: Geçmiş dönemlerde olduğu gibi, mesele Anadolu ile kayıtlı olmamalıydı -mesela 1950 seçimleriyle Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi-, Türkiye artık, Sovyet blokuna karşı oluşturulmuş “cephe” özelliğinden çıkartılıp, bütün İslâm coğrafyasına model teşkil edecek bir hüviyete büründürülmeliydi. Batıcı hayat tarzını her bir ülkeyle tek tek uğraşarak otutturmak, Batı açısından çok masraflı ve zorken, “tarihi misyonu” göz önüne alındığında sadece Türkiye'de yapılabilecek bir operasyon daha az masraflı ve daha kolay olacaktı. Irak ve Afganistan işgâlleriyle başlayan genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi'yle de zaten bunu dünyaya deklare ettiler.

Bu güne geldiğimizde, Asya Kıtası'nda yaşanan son gelişmeler bize gösteriyor ki, şu an için Batı'nın kendi düzenini yürütebilmek için, elinde, “Ilımlı İslâm” paradigmasından farklı veya daha elverişli bir paradigma mevcut değil. Ya bu paradigmayla işleri yürütmeye devam edecek, yahut yavaş yavaş geldiği yere, yani evine geri dönecek.

Eğer, Özal'la birlikte başlayıp Eşbaşkan Tayyip Erdoğan ile neticelenen Ilımlı İslâm paradigmasının mânâsını bu güne kadar anlamamış ve onu çözememişsek, bize geçmiş olsun. “Algımız”ın -gerçeğin değil- ve “algılar”ın esiri olarak yaptığımız, hiçbir aksiyon doğurmayan çer-çöp değerlendirmeler de bizim olsun.

Bütün ideolojiler ve davalar, bağlılık iddia edenler tarafından yükseltilir veya batırılır. “Vitrin”de, mevcut düzenin yürütülmesinin aleti olan paradigma ile yapılan her türlü işbirliği görüntüsü, heyecanı ve iktidar arzusunu öldüreceği, buna bağlı olarak da “donma”, “çözülme” ve “çürüme”yi beraberinde getireceğinden, paradigmanın tam çöküş anında altında kalınması mukadder olur. “Kaim” ve “Daim”den olmak, paradigmaların üstüne çıkmayı gerektirir.

Başka bir çalışma mevzuu olarak düşündüğümüz bu hususa dair -kendimizce gerekli gördüğümüz- ufak hatırlatmalar yapmamızın sebebi, hem ülke içi hem de dünya genelinde yaşanan hadiseleri değerlendirirken, “terkibe aykırı tahlil” yapılma riskinin büyüklüğündendir. Pratiği değerlendirirken, “muradı kestirme” kaygısından uzak, vitrinde, bahsettiğimiz bu işbirliği görüntüsüyle meydana gelebilecek böyle bir tehlikenin zararı, tahlili yapandan ziyade, “terkip”e ve “terkibî ölçüler”den oluşan ideolojiyedir. Kitleler nazarında -ne derseniz deyin- bu böyle...

“İhtiyaç”a binaen, kafaları karıştırarak bir hakikati farklı bir şekilde söylemeye çalışmak başka, birikimsiz, siyasî ve askerî bilgi ve tecrübeden yoksun, bazen de tarihten ve tarih bilgisinden nasibini almamış şekilde “karışık”, veya “boş” kafayla “tahlil” yapmak daha başka.

Dikkat çekmeye çalıştığımız bu hususun, kendimizi de içine katarak, kimsenin şahsını hedef almaksızın yapmaya çalıştığımız bir “eleştiri-tenkit” olduğu anlaşılıyor herhalde.

“Tevil”, “tabir”, “diyalektik”... Konuşurken kelime zenginliği olsun diye kullanacağımız tabirler olmayıp, düşünürken “nasıl” düşünmemiz gerektiğini öğretecek ve sağlayacak ve bize, “doğru tahlil”ler yaptıracak metodu kullanırken sahip olmamız gereken silahlar-aletlerdir. Diğer taraftan ise, tahlilini yapmayı arzu ettiğimiz konuya ait “bilgi birikimi”, ve “siyasî ve askerî tecrübe” de yukarıda zikrettiğimiz “düşünme” silâhlarıyla birlikte, “doğru düşünce”nin olmazsa olmaz şartı olarak karşımıza çıkmakta. Anlamayı ve düşünmeyi sağlayan “malzeme” şartının gerekliliği idrak ediliyorsa, düşünce faaliyeti de yavaş yavaş doğuyor demektir.

Mesela, “Kaide”yi 11 Eylül'le değerlendirmek başka, Irak direnişi içinden değerlendirmek daha başka.

Mısır'daki muhalefeti ve iktidarı değerlendirmek başka, Libya veya Bahreyn'deki iktidarı veya muhalefeti değerlendirmek daha başka.

Bahreyn'de İran parmağını ve Şiîliği, bununla beraber de Irak işgâlindeki rolünü;

 Mısır'da, “İhvan”ı, “Kaide”yi ve Amerikan etksini;

Libya'da, yıllardır Batı'ya karşı direnişe verdiği destekle nam salmış “gözü kara” Kaddafi'yi bilmezsek hakikati inciten değerlendirmeler yapmamız kaçınılmaz olur.

Bu çalışmamızın merkezinde Kırgızistan ve Türkistan, ve onların da merkezi olan FERGANA vardı. Halen de o merkez üzerindeyiz. Yukarıda söylediklerimiz de ona nisbetle düşünülmeli.

Bazı tesbitler yapmakta fayda var;

Özellikle Batı düzeninin hakim olduğu Asya Kıtası'nda yaşanan çatışmalar, son tahlilde yeni bir ideoloji, yeni bir düzen ve yeni bir nizam ihtiyacından kaynaklanmaktadır.

Avustralya'ya kadar Asya Kıtası'ndaki bütün ülkeler, peşi sıra karışmakta ve depreşmekte.

“Denge bozulma” seyri diyebileceğimiz bu ateş, biri sönmeden diğeri yanarak, anlaşılan o ki sönmeden yanmaya devam edecek.

Yaşanılan hadiselerin bir tarafında -o da yönlendirme gayesiyle- Batı bulunsa da, kesinlikle baş aktör değil. Hadiselerin gelişimini ve etkisini Amerika ve Avrupa'nın yaşadığı kriz ile birlikte değerlendirdiğimizde Batı'nın çok da faydasına olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ayrıca, iyi niyetli olduğuna inandığımız, gelişmelerle alakalı, “Amerika ile, İngiltere'nin başını çektiği Avrupa arasında güç merkezinin belirlenmesi için paylaşım mücadelesi” gibi değerlendirmelere katılmadığımızı da söylememiz gerek. Çünkü yaşadığımız zaman diliminde hadiseler Batı'nın kontrolünden çıkmışken, kontrolü tekrar ona atfetmek, bizce, zihinlerde Batı'nın mağlup olmasını engelleyici ve geciktirici önemli bir unsur niteliğindedir.

Her bir hadisenin bazen aynı bazen de farklı yerlerde karşıtını tetiklemesi, olayların farklı karakterde olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Hadiselerin bu farklı karakterinden dolayı, biz, ne “her ayaklanma iyidir”, ne de “her ayaklanmaya direnen iktidar kötüdür” düşüncesindeyiz. Yine hadiselerin bu farklı karakterlerinden dolayı da tek bir aktörden değil de farklı farklı aktörlerden bahsetmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.

Taşların yerinden oynamasından ve bütün İslâm coğrafyasının “denge bozulma” seyri içine girmesinden daha büyük bir fayda düşünemiyoruz.
Hadiselerin farklılık arzetmesi iyi tahlil edildiğinde, “karşı cephe” kurma girişimi ve bu girişimin aktörleri de daha net görülebilir.

“MERKEZ HAREKET” ve “ANADOLU MERKEZ”
Anadolu merkezli hadiseleri değerlendirdiğimizde, Türkiye için de rahatlıkla şunları söyleyebiliriz;

Muhitten merkeze doğru yaşanan her bir hadise Türkiye'nin altındaki zemini biraz daha zayıflatırken, ülkedeki Batı gücünün de etkisinin azalmasına sebep olmakta. Eğer hadiseler bu hız ve etkiyle devam ederse -ki edeceğe benziyor- Türkiye'nin 1999 yılından daha beter sosyal ve siyasî bir krize girmesi kesin. O zaman da Türkiye'yi bekleyen akıbet 1989 yılında dağılan ve çöken Sovyetler'den farklı olmayacak. Çöken binanın altında kalmamak hedefiyle, bina çöktükten sonra çok hızlı bir şekilde etrafı toplamak için kim tertip ve düzenlemeye dair hazırlıklarını yapıyor, yaptı, bitirme aşamasına geldiyse, muhtemelen yeni iktidarı da o teşkil edecek. Söylemek zorundayız ki bu ve benzeri durumlarda eğer kadro zafiyetiniz varsa, söyleminiz ne olursa olsun, tarih sizden sadece, “yıkıntının altında kaldı” diye söz edecek.

Bir hatırlatma daha yapma ihtiyacı içindeyiz...

Umumi olarak, “merkez Türkiye”, “merkez Anadolu” sözünün kişiyi atalete kadar sürükleyen bir nefs rahatlığı ve emniyeti içinde söylendiğine, farklı bölgelerdeki hareketlere, “ne olursa olsun, ne yapılırsa yapılsın faydası yok!” umursamazlığı içinde yaklaşıldığına ve bunun tabiî sonucu olarak da gerekli önemi vermeme durumunun doğduğuna, en azından az da olsa böyle bir mantığın olduğuna zaman zaman şahit olmaktayız.

Türkiye'nin “tarihi misyonu” gereği İslâm dünyasının kumanda merkezi olması / olması gerektiği ile, bu merkezi teşkil edecek veya teşkil edilmesine sebep olacak hareketlerin “merkez” hüviyetlerini birbirine karıştırmamak gerekir. Merkezini arayan “merkezlerin” olduğunun şuurunda olmak, bilakis merkezde bulunanın mesuliyetini iki katına çıkarır. “Merkezini arayan merkezler”, bu faaliyetleriyle yapmaları gerekeni yaparken, merkezde olduğunu iddia edip de merkez hüviyetini bu hareket merkezlerinin göreceği ve anlayacağı şekilde parlatmayanlar, görevlerini yapmamış olurlar.

Ayrıca, “iş”, “hareket”, “aksiyon” neredeyse, “davanın merkezi” de orasıdır. Dolayısıyla, merkeze uzaklık veya yakınlık ölçüsü, iş ve aksiyondur. Hele hele, yapılması zaruri ideolojik, siyasi ve askeri devrimci görevleri yapmadan, en temel örgütsel meseleleri konuşmadan, tartışmadan, anlamadan böyle bir iddia, “ben buradayım”, “ben bekliyorum” veya “ne yapacağımı bilmiyorum”, “sen de dur,” “sen de bekle”, “sen de bilme” mânâsına gelebilir.

Carlos, Başkanlık Muhafızları'yla çırılçıplak dövüşürken, “merkez”, yattığı hapishanedir. Çocuklar, “Büyüyünce ben de Carlos olacağım!” yazılı pankartları taşırken, “merkez”, İstanbul'un Taksim Meydanı'dır.

Taza Din Cephesi, “Başyücelik”i temsilen “Gökbayrak”la düşmana meydan okurken, merkez, Kırgızistan'dır, Fergana'dır.

“İş” ve “aksiyon” üzerinde bulunan cephe neredeyse, merkez orada olduğuna göre, atalet içinde, her gün, “merkez Türkiye” diye gevezelik yapsanız, eviniz de Bolu'ya 5 metre mesafede olsa yine de merkezden fersah fersah uzaktasınız demektir.

Mevzu dışı gibi gözüken bu hatırlatmalar, aslında, “topyekûn” direnişin merkezlerinden biri olan “Fergana”ya dikkat çekmek için. Zannedilmesin ki konu dışına çıkıyoruz. Hep mevzunun üzerinde ve içindeyiz.
“EŞBAŞKAN” ve BOP
Yapacağımız son tespit ise son gelişmeler üzerine, Ilımlı İslâm'ın figüranı Eşbaşkan'ın hadiselerle alakalı söyledikleriyle ilgili... Bir TV kanalında Eşbaşkan, “BOP ölü doğdu!” dedi. Eşbaşkan'a birinin şunu söylemesi lazım:

“BOP ÖLÜ DOĞMADI, BOP ölüyor!”

Irak işgâlinden başlayarak, Amerika'nın başını çektiği Batı gücünün, İslâm coğrafyasına yaptığı saldırılarda sanki kendi dahli yokmuş gibi davranan Eşbaşkan, bu sözüyle -şimdiden kokuyu almış olacak ki-, suçunu gizleme ve unutturma gayreti içinde bulunmaktadır.

BOP'un başlangıcı Irak işgâliydi. 20 Mart'ta Amerikan Ordusu'nun Türkiye üzerinden Irak'ı işgâl etmesini sağlayacak tezkereyi Meclis'e getirdiğinde, “tezkereye hayır demek bana hayır demektir!” diyerek milletvekillerini tehdit eden;

Daha sonra tezkereye “hayır” diyen, yani Amerikan Ordusu'nun Türk toprağı üzerinden Irak'ı işgâl etmesini reddeden milletvekillerini partiden tasfiye eden;

İşgâl başladıktan sonra, Amerikalı kadın ve erkek askerlerin sağ salim evlerine dönmesi için, “okyanus ötesindeki kişi”yle birlikte dua eden ve her türlü lojistik desteği sağlayan sizdiniz Sayın Eşbaşkan.

Irak'ın Kuzeyi'ndeki Barzanî ve Talabanî'nin ofislerine şehid Saddam Hüseyin'in fotoğraflarıyla 300-350 kişilik silâhlı grupların yaptığı saldırılar, belki de birden, Eşbaşkan'a, tuttuğu yolun meğerse yanlış olduğunu anlatacak ve içinde pişmanlık duygularıyla geri dönme isteği uyandıracak...

Ama...

Hz. Musa'yı arkasından kovalarken Kızıldeniz'de pişman olup secde ettiği dahi rivayet edilen Firavun'un kaderi, nasıl ki secdesi kabul edilmeyip ihanetine göre olduysa, muhtemelen Eşbaşkan'ın kaderi de benzer bir şekilde olacak. Çünkü, “böyle bir hainliği kimse yapamazdı”... Dönüş yollarını kendi eliyle “bilerek ve isteyerek” öyle bir kapattı ki (doğruyu Allah bilir), ama “mürted” hükmünden sonra dönüş neredeyse mümkün değil.

Eşbaşkan, bir taraftan, “BOP'un ölü doğduğunu” söylüyor ama, Batı adına cepheleşmenin çok yoğun yaşandığı bir dönemde yeni kurulan parlamenter sistemi tahkim etmek için de Kırgızistan'ı bir günlüğüne ziyaret ediyor.

Türkiye Başbakanı'nın ziyaretini daha önceki bölümlerde ifade ettiğimiz üzere, Kırgızistan'daki “ideoloji” tartışmalarından ayrı düşünmememiz gerekir. Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında yapılan bu ziyaret, Ilımlı İslâm paradigmasıyla Kırgızistan başta olmak üzere Türkistan'ı etkisi altına alabilecek gerçek İslâm'ın önünü kesme gayesini matuftur.

 Burada bir parantez açarak BOP'la ilgili bir iki hususun altını çizmek istiyoruz.
İKİ YARIŞ ATI ve BOP
Daha önceki bir yazımızda, BOP Projesi'nin, özünde İslâmî bir proje olduğunu söylemiştik. Bu proje, Peygamber'in, “Ömrüm kâfi gelirse Hıristiyanları ve Yahudileri Arap Yarımadası'ndan kovacağım!” buyruğuyla bugünkü Asya Kıtası'nın İslâmlaşma süreci başlamıştır. Projenin iki tarafı var ama her iki tarafın hedefleri de aynı. Projenin bir tarafında içimizdeki münafıklarla birlikte Hıristiyan-Yahudi Batı varken, diğer tarafında da İslâm coğrafyası var. Bir taraf Asya'yı Hıristiyan ve Yahudileştirip Müslümanları kovmak isterken, diğer tarafın hedefi de kıtayı İslâmlaştırıp, Hıristiyan ve Yahudileri kovmak.

Fakat tarihin hiçbir döneminde taraflar arasındaki mesafe ve benzerlik birbirine bu kadar yakın olmamıştı. Belki de bu yakınlık ve benzerlikten dolayı zihinler bulandı ve at iziyle it izi birbirine karıştı. Bu projeyi tatbik siyaseti güden tarafların hiçbirisi, zannedildiği gibi birbirinin açık ara önünde değil; hele bu dönemde artık hiç değil.

Nefes nefese iki atın aynı hedefe doğru koştuğunu hayal edin. Bitiş noktasına kadar atların ikisi de birbirlerine görünürde hiçbir üstünlük sağlamadan koşmaktalar. Neticede yarışın galibi, “foto-finiş”le tespit edildiğinde görülüyor ki atın biri burun farkıyla yarışı bitirmiş.

İşte bu proje, yani genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi, böyle bir kompleks yapı içerdiğinden dolayı ve özellikle de İslâm dünyasındaki kitlelerin algısına hitap ettiğinden, zihinleri bulandırması çok kolay olmuştur. Bu algı kirlenmesinden dolayı, BOP'un Hıristiyan-Yahudi Batı tarafındaki adamın, kendisinin ve yaptığının öbür tarafta zannetme hatasına da sıkça düşülmüştür. Özellikle Türkiye'de bunun tersine de sıkça rastlandı. Buna misal olarak, doğruluğundan emin olmamakla beraber zaman zaman duyduğumuz bir yanlışa işaret etmek istiyoruz.

BİR TANE BÜYÜK DOĞUCU VAR

“Filanca kişi Büyük Doğu siyaseti yürütüyor!”

Fikir, pratik içinde daha çok eleştiri-tenkitle yürür. Küfretmekle eleştiriyi birbirine karıştırmadan tenkid kriterlerine uyulduğu müddetçe eleştirinin de sınırı yoktur. Eleştiri, “tecrit”le alakalı olduğuna göre, zaruridir, sınırının olmaması da tabiîdir. Buna nisbetle, eleştiri-tenkid hakkımızı kullanarak, bu söz ve iddia sahiplerine birkaç hatırlatmada bulunmak istiyoruz.

Bu sözü söyleyebilen ya İbda mücadele tarihini bilmiyor, ya da -kusura bakmasın ama- umurunda değil.

Dünyada, kıyamete kadar tek bir Büyük Doğu'cu olacak ve O'nun yaptığı ve söylediği de Büyük Doğu siyasetinin ta kendisidir. Bu hakikati unutup veya bilmeden, “filanca Büyük Doğu siyaseti yürütüyor” gibi algınızı hakikatmiş gibi sunmak, bizce vahim bir hatadır. Hem de öyle bir hata ki, bu taraf zannıyla öbür tarafın değirmenine su taşımak mânâsına gelir.

Okuyana, “kardeşim o zaman sana ne gerek var!” dedirtecek değerlendirmelerin faydasız ve yapılmaması gerektiğine inanıyoruz.

Büyük Doğu'nun tek bir siyaseti vardır, o da İBDA! Yeryüzünde kıyamete kadar da tek bir Büyük Doğu'cu olacak, o da İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu. “Büyük Doğu siyaseti yürütüyor, güdüyor” denilen adamların, siyasetlerini yürütebilmeleri için O'nun esir edilmesi gerektiği nasıl anlaşılmaz? O'nun önünü kesmek için, “Büyük Doğu siyaseti” olduğu iddia edilen bu siyaset, O'nun esir edilmesiyle başladı, esir tutulmasıyla devam ediyor, esaretinin sona ermesiyle de bitecek.
Biz, esaretini sona erdirecek siyasetin, “üreticisi”, “yürütücüsü” ve “tatbikçisi” olmalıyız. İbda'ya ihanet edenlerin, kendilerine Büyük Doğu'cu diyen hainler olduğu ve davanın da bundan dolayı “İbda” adıyla yürüdüğü nasıl bilinmez? Büyük Doğu siyaseti, İbda Mimarı'nın muradını kestirici bir noktada bulunarak, O'nun ortaya koyduğu fikri pratiğe geçirmektir. İbda olmadan ve anlaşılmadan Büyük Doğu nedir ve bizim için ne ifade eder? O olmasaydı Büyük Doğu'nun ismini, Büyük Doğu'yu veya Necip Fazıl'ı mı hatırlayacaktık? Haini ve ihanetini meşrulaştırıcı bu tür ifadelerin ve değerlendirmelerin bir yarar getireceğine inanmıyoruz.
 Sözde “Büyük Doğu siyaseti” yürütenlerle kişilerin farklı farklı işleri, İLİŞKİLERİ olabilir. Bu bizi ilgilendirmiyor. Ama yapılan işleri kınanma korkusuyla bu tür ifadelerle örtmeye çalışma faaliyeti, “sen mücadelenin neresindesin?” sorusunu da beraberinde getirir.

Kaldı ki bahsedilen siyasetin yürütülebilmesinin en önemli unsuru, paradigma mevzuunda izah etmeye çalıştığımız gibi, İbda Mimarı'nın tasfiye gayesiyle cezaevine konmasıdır.

Ayrıca, sözün önünü ve arkasını dinlemeden, olur olmaz her şeye, “ideolojik hassasiyet” gösterenlerin, bu mevzuya niçin hassas olmadıkları da hayrete şayan bir durum.

İHANETİN ADI “ILIMLI İSLÂM”

Türkiye'de olduğu gibi, Türkistan'da da Ilımlı İslâm denilen vahşî Batı uygulamasının mensupları, benzer misyonlarını devam ettirme gayreti içindeler. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, Dışişleri'nin yıllık faaliyetini değerlendirirken yaptığı konuşmada Kırgızistan'a özel önem atfetmesi bu gayretlerinin ip uçlarındandı.

Geçen Ekim ayında Taza Din Liderliği'ni yok etme gayesiyle hem güney hem de kuzeyde yapılan saldırılarla birlikte Türkiye Hükümeti'nin Kırgızistan ilgisi birdenbire artmıştır. Taza Din Hareketi'nin en büyük özelliği, yerli  ve alternatif bir düzen teklifiyle meydan yerine çıkmış olmasıdır. Zaten yapılan saldırının sebebi de budur.

Şu an Amerika ve Avrupa Kırgızistan'ı kaybetmemek için ellerinden gelen herşeyi yapmaktalar. Bu çerçevede Almanya başta olmak üzere, diğer büyük Avrupa devletleri, bölgenin geleneksel yönetim şekli olan “Aksakal” mevzuuyla doğrudan ilgilenmekte olup, bu konuyla alakalı yapılacak bütün etkinliklerin finansmanını karşılayacaklarını deklare ettiler.

Bu mevzuun yeniden ele alınıp ete kemiğe büründürülerek sistem çapında ortaya konulması gerektiği yaklaşık 1,5 sene evvel buradaki gönüldaşların karara bağladığı bir husus. Daha sonra, Taza Din'in Siyasi Büro Şefliği raporlar halinde bu konuyu devletin en üst kademesindeki ilgili olan herkese anlattı. Hadise, yavaş yavaş yayılarak bu güne kadar geldi.

Taza Din'e ve Liderliği'ne yapılan, 12 kişinin şehid olmasıyla neticelenen saldırının yegane sebebi budur.

Bir Albay'ın daha sonra Cumay Bey'e, bizi kastederek, “O buraya ideoloji getirdi, ondan dolayı onu tehlikeli görüyorlar. Sizin düşmanınız CIA. Sebebi de ideolojik!” demesi, hakikati bütün çıplaklığıyla gözönüne sermekte.

“Yüceler Kurultayı”nın, geleneksel “Aksakallar Kurultayı”nın ruhu ve bu günkü ete kemiğe büründürülmüş şekli olduğunu perdelemek için saldırıya geçenler, başarısız olduklarından, İbda mevzubahis olduğundan dolayı, Eşbaşkan ve tayfası, adeta bir sevki tabi halinde burada devreye sokuldular.

Bölgenin ideoloji ihtiyacı – bölgeye uygun ideoloji ihtiyacı- herkes tarafından dile getirilirken, Taza Din'in yaptığı düzen teklifinin birdenbire tutabileceği ve bütün bölgeyi etkisi altına alabileceğinin Batılı güçler tarafından anlaşılması uzun sürmedi.

İşgâllerle oluşmuş ihanet cephesine karşı, bölgede, “karşı cephe”yi kurabilecek en önemli hareketin Taza Din olduğu anlaşıldığından ve onun bağlı olduğu mihrak da İbda olduğudan dolayı, aradaki bağlantıyı sulandırmak ve nihayetinde kesmek için şu an her türlü atraksiyon içine girilmiş durumda.

Bölgenin Ehli Sünnet olduğunu ve Nakşî nefesinin etkisi altında bulunduğunu düşünürseniz Taza Din cephesinin stratejik konumunu daha iyi anlayabilirsiniz.

Taza Din haricinde, “karşı cephe” teşkil etme gayreti içinde, bölgede iki aktör daha mevcut. “Kaide” ve İran...

Mısır'da sağ gösterip, Libya'da sol vuran “Kaide”, şu an bir nevi Afgan direnişini rahatlatmak için gayret gösteren seyyar birlik niteliğinde. Bu seyyar birlik, karargâh merkezini Fergana'ya kurarak,  özellikle Ortadoğu'da kendisine bağlı bütün güçleri harekete geçirmiş durumda.

Bilindiği üzere Kaide'nin lider ve strateji üreten kadroları daha çok Mısır kökenli. Mısır'daki hadiselerde, zaten Mısır gibi büyük bir lokmayı yutamayacaklarını anladıklarından dolayı kendilerini göstermediler. Fakat olayları yakından takip edenler, hadiselerde ne derece parmağı olduğunu bilmekteler. Dikkat edilirse Mısır'daki hadiselerin bitişiyle Libya'daki hadiselerin başlangıcı aynı zamana denk gelmekte. Dikkatler Mısır üzerindeyken iktidar gücü olarak daha zayıf, coğrafyası daha geniş ve demografik yapısı daha farklı Afrika bağlantılı Libya'da kendini gösterdi.

Batı ve Amerikan karşıtı Kaddafi ile, Batı ve Amerikan karşıtı Kaide arasındaki şu anki mücadele, hadiselerin ne kadar farklı karakter arzettiğini anlamamız açısından da önemli. Dolayısıyla, ilerleyen günlerde her türlü sürpriz gelişmeye hazırlıklı olmak gerekir. Ama şu kesin ki Ortadoğu ve Afrika cephesini rahatlatmak için aynı hareket, bu sefer karargâhını kurduğu Türkistan'da faaliyete geçecek.

“Denge bozulma” seyri ne kadar sıkıntılı geçiyorsa, Batı karşıtlarının farklılık arzetmesinden ve Batı karşıtı direnişin terk siyasî merkezden yönetilmemesinden dolayı onu takip edecek “denge kurma” seyri de -hiç arzu edilmemekle beraber- iki kat sıkıntılı geçebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder